BAYRAĞIMIZIN DERİN ANLAMI Türk Bayrağının rengini şehitlerin kanından, ilhamını da kan gölüne yansıyan ay ve yıldızdan aldığını biliyoruz. Fakat bayrak hakkındaki bu bilgi, bayrağın taşıdığı kutsal anlamı, o anlamdaki sembolizmi, ondaki derinliği ve yüceliği anlatmaya yetmez. Bilindiği gibi, genellikle Hıristiyan milletlerin bayraklarında Haç şeklinde semboller yer almaktadır. Müslüman milletlerde ise Hilal görünmektedir.Haç, Hazreti İsa ( a.s.)'nın çarmıha gerilerek haç şeklinde şehit edildiğine inandıkları için Hıristiyanlar onu sembol olarak alırlar. Peki ya Hilal? Müslümanlarca sembol olarak kabul edildiğini biliyoruz. Ancak bunun sembolik değeri nereden gelmektedir? Dolunay (Bedir) ayın ondördüncü gecesindeki haliyle daha parlak olmasına rağmen niçin ayın en az ışık verdiği yay şeklindeki zayıf şekil sembol almıştır? İşte burada Hilal'in gücü burada çıkmaktadır. Çünkü Hilal, Haç gibi doğrudan şekil olarak alınsaydı Dolunay kullanmak daha uygun olurdu. Halbuki "Hilal" şekli dolayısıyla değil, ismi dolayısıyla sembol olmuştur. Bu anlamı da "ALLAH (C.C.)" isminden almıştır. Bilindiği gibi Arapça aslında Hilal kelimesinde; 1 "He", 1 "Lam", 1 "Elif", 1 "Lam" harfleri bulunmaktadır. Yani 1 "He", 1 "Elif" ve 2 tane "Lam" bulunmaktadır. Bu harflerin ebced hesabıyla rakam değeri de: . "He. "Lam". "Elif". "Lam". Toplam Olarak =99 ALLAH (C.C.) kelimesinde yine bir "Elif", iki "Lam" ve bir "He" ile yazılmaktadır. Bu harflerin de değeri yine ebced hesabıyla toplandığında yine 99 rakamını verir. Her iki kelimede harfler değişmediği için rakam değerleri de değişmiyor. Yani Hilal yazarken ALLAH ( C.C.) isminin harflerini kullanıyoruz. 99'da Esma-ul Hüsna'yı temsil eder. Öyleyse bu iki kelimeyi bilhassa sembolik olarak birbirinin yerine kullanmak mümkündür. O halde Bayrak üzerine ALLAH ( C.C.) yazacak yerde, aynı ismin eş değerlisi olan Hilal'i koymak hem anlamlı, hem inançlarımıza daha uygundur. Çünkü inancımıza göre, "ALLAH ( C.C.)"ı sembol olarak bile ifade etmek mümkün değildir. Aksi halde putperestlerin düştüğü hatayı tekrarlamış oluruz. Bu sakıncadan dolayı "ALLAH ( C.C.)" ın zatı ve ismi tenzih edilerek, o ismin harf ve ebcedi bakımından eş değerlisi olan "Hilal" sembol yapılmıştır. Mademki sembolik anlam taşıyacaktır o halde Hilal yazmaktansa Hilalin şeklini yapmak arasında hiç fark yoktur. Aksine sembol olarak Hilal şekli daha uygun, daha anlamlıdır. Böylece Hilal'in, sembol olarak seçilmesinde şu mantık silsilesi görülmektedir: ALLAH (C.C.) à Hilal (isim) à Hilal (şekil) ALLAH(C.C.)'ın birliği (Tevhid) inancı ve bu inancın La ilahe İllallah (ALLAH (C.C.) tan başka Tanrı yoktur) formülüyle ifade edilen manası böylece Hilal şeklinin içinde sembol olarak ifadesini bulmuştur. Bilindiği gibi bazı İslam ülkeleri bayrağında, özellikle Suudi Arabistan doğrudan doğruya Kelime-i Tevhid'i yazarak sembole gidilmeden bayrağına koymuştur. Ancak birtakım manaların sembol ile ifadesi, sözle ifadesinden daha derin ve anlamlıdır. Hilal'in kucağındaki Yıldız, Hilalde olduğunun aksine doğrudan doğruya şeklinden alınmıştır. Ancak bu şekil yine Arapça "Muhammed" yazısının şeklidir. Peygamberimiz Hz. Muhammed ( s.a.v.) Efendimizin ismi yazıldığı zaman birinci "mim" in başı, "ha" harfinin dirseği, ikinci "mim" in kıvrımı ve "dal" harfinin alt ve üst kanadı beş tane çıkıntı meydana getirir ve tam bir yıldız şeklini alır. Zaten İslam' ın şartları da beş tanedir. Hilal ALLAH ( C.C.) inancını, yıldız Peygamber'e bağlılığı dile getirir. ALLAH (C.C.) inancı, amentü ile bildirilen iman şartlarının temeli olduğu için iman esaslarının hepsi bu sembolle ifadesini bulmuş olur. O zaman Hilal iman şartlarını, yıldız da İslam' ın şartlarını remz (sembol) olarak dile getirir ki, bayraktaki bu iki sembolle, ay ile yıldızla İslam dini bütün yönleriyle ifade edilmiş olur. Claude Farrere dilimize "Türklerin Manevi Gücü" adıyla çevrilen eserinde (s.36) Hilal şekli üzerinde durarak bu şeklin Türklerin hayatında nasıl bir önem taşıdığını anlatmaya çalışır: "En mükemmel gemiler, yarım ay şeklinde amiral gemisinin etrafına sıralanmıştı. Evet, yarım ay şeklinde... Ve hilal şekli gerçekten Müslüman, gerçekten Türk olan herkesi heyecandan titretmeye yeter!..." diyerek Türk toplumunun hayatında örf ve geleneklerin ne kadar köklü bir yeri olduğunu anlatır. İstiklâl marşımızda, "Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal." "Kahraman ırkıma bir gül ne bu şiddet bu celâl?" Mısralarında bayrağın ve hilalin şahsına dile gelen hitap, aslında doğrudan doğruya ALLAH ( C.C.)'a niyazdır. ALLAH (C.C.)'dan, artık bu millete rahmet ve merhametiyle nazar etmesi istenmektedir. Zaten; "Ruhumun senden ilâhî şudur ancak emeli;" mısrasında bu dilek daha açık bir dille ortaya konmaktadır. Hilal Sancağında memleketin birliğine bütünlüğüne.. Yücelerin en yücesi olan, ol deyince olduran gönüllerimizi iman nuru ile dolduran Allah'a . Kur'ana, bayrağa vatana ve silaha yemin olsun... "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. "Toprak, uğrunda ölen varsa vatandır" |
28 Nisan 2009 Salı
BAYRAĞIMIZIN DERİN ANLAMI
Osmanlı topraklarındaki şu anki devletler
Avrupa
3. Murat döneminde Osmanlı'nın Avrupa'daki sınırıOsmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyılda Lehistan krallığını himaye altına alarak, Belarus, Letonya, Litvanya ve Estonya topraklarına kadar olan bölgeyi himayesine almış, Baltık Denizi'ne kadar uzanmıştır. Fakat 30 yıl içinde doğal sınırlarına yani Slovakya gerisine çekilmek zorunda kalmıştır.
1.Türkiye
2.Bulgaristan (545 yıl)
3.Yunanistan (400 yıl)
4.Sırbistan (539 yıl)
5.Karadağ (539 yıl)
6.Bosna-Hersek (539 yıl)
7.Hırvatistan (539 yıl)
8.Makedonya (539 yıl)
9.Slovenya (250 yıl)
10.Romanya (490 yıl)
11.Slovakya (20 yıl) Osmanlı adı:Uyvar
12.Macaristan (160 yıl)
13.Moldova (490 yıl)
14.Ukrayna (308 yıl)
15.Azerbaycan (25 yıl)
16.Gürcistan (400 yıl)
17.Ermenistan (20 yıl)
18.Güney Kıbrıs (293 yıl)
19.Kuzey Kıbrıs (293 yıl)
20.Rusya'nın güney toprakları (291 yıl)
21.Polonya (25 yıl)-himaye- Osmanlı adı: Lehistan
22.İtalya'nın güneydoğu kıyıları Otranto ve çevresi(20 yıl)
23.Arnavutluk (435 yıl)
24.Belarus (25 yıl) -himaye-
25.Litvanya (25 yıl)-himaye-
26.Letonya (25 yıl) -himaye-
27.Kosova (539 yıl)
28.Voyvodina (166 yıl) Osmanlı adı: Banat
Asya
29.Irak (402 yıl)
30.Suriye (402 yıl)
31.İsrail (402 yıl)
32.Filistin (402 yıl)
33.Ürdün (402 yıl)
34.Suudi Arabistan (399 yıl)
35.Yemen (401 yıl)
36.Umman (400 yıl)
37.Birleşik Arap Emirlikleri (400 yıl)
38.Katar (400 yıl)
39.Bahreyn (400 yıl)
40.Kuveyt (381 yıl)
41.İran'ın batı toprakları (30 yıl)
42.Lübnan (402 yıl)
Afrika
Osmanlı İmaparatorluğu 17. yüzyılın sonunda Fas krallığını hakimiyetine alarak Atlas Okyanusu'na kadar ilerlemiştir. Trablusgarp ve Cezayir'i aldıktan sonra Sahra içlerine ilerlemiş ve Sahra altındaki yerel hanedanlarla irtibat kurmuştur. Doğu Afrika'da ise Portekiz'in etkin üstünlük sağlamasına kadar Moputo yani Mozambik kıyılarına kadar olan bölgeyi ve Hint Okyanusunu denetim altında bulunduruyordu. Abdülhamit zamanında da Almanlarla birlikte Kamerun ve çevresinde Ekvador Eyaleti kurulmuş, fakat kısa sürmüştür.43.Mısır (459 yıl)
44.Libya (394 yıl) Osmanlı adı:Trablusgarp
45.Tunus (308 yıl)
46.Cezayir (313 yıl)
47.Sudan (397 yıl) Osmanlı adı: Nübye
48.Eritre (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş
49.Cibuti (350 yıl)
50.Somali (350 yıl) Osmanlı adı: Zeyla
51.Kenya sahilleri (350 yıl)
52.Tanzanya sahilleri (250 yıl)
53.Çad'ın kuzey bölgeleri (313 yıl) Osmanlı adı: Reşade
54.Nijer'in bir kısmı (300 yıl) Osmanlı adı: Kavar
55.Mozambik'in kuzey toprakları(150 yıl)
56.Fas (250 yıl) -himaye-
57.Batı Sahra (250 yıl) -himaye-
58.Moritanya (250 yıl) -himaye-
59.Mali (300 yıl) Osmanlı adı: Gat kazası
60.Senegal (300 yıl)
61.Gambiya (300 yıl)
62.Gine Bissau (300 yıl)
63.Gine (300 yıl)
64.Etiyopya'nın bir kısmı (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş
Hilafeten bağlı yerler
65.Hindistan Müslümanları -Pakistan-
66.Doğu Hindistan Müslümanları -Bangladeş-
67.Singapur
68.Malezya
69.Endonezya
70.Türkistan Hanlıkları
71.Nijerya
72.Kamerun
Osmanlı donanması'nın değişik sürelerde bulunduğu ülkeler
73.Fransa
74.İspanya
75.İngiltere
76.Monako
77.Hollanda
78.Norveç
79.İzlanda
80.İrlanda
81.Cebelitarık
82.Danimarka
83.İskoçya
84.Myanmar
85.Japonya
Osmanlı ordusunun değişik sürelerde bulunduğu ülkeler
86.Almanya
87.Liechtenstein
88.San Marino
Osmanlı Arması ve Anlamı ( Ne demektir ? )
Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye
دولت عالیه عثمانیه
Osmanlı Devleti, ya da Osmanlı İmparatorluğu [1] (Osmanlıca: دولت عالیه عثمانیه, Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye) 1299 senesinde şimdiki Türkiye Cumhuriyeti'nin Bilecik ilinin Söğüt ilçesinde, Anadolu Selçuklu Devleti zamanında Osman Bey tarafından Osmanlı Beyliği olarak kurulmuştur.
Slogan (Osmanlıca) دولت ابد مدت Devlet-i Ebed-müddet
Resmi dil Osmanlıca
Başkent Bursa (1335-1365)
Edirne (1365-1453)
İstanbul (1453-1922)
İktidar Osmanlı padişahları
Nüfus 45 milyon (1914'ler)
Yüzölçümü 6.3m km2; (1902);
19.9m km2; (1595)
Kuruluş tarihi 1299
Fesh tarihi 1 Kasım 1922
Para Birimi Akçe, Kuruş, Lira
Milli Marşı Devlet-i Aliye-i Osmaniyenin Milli Marşları
OSMANLI ARMASI
Osmanlı armasının anlamı nedir?
Arma kimliği anlatan, bir işarettir. Resimler, harfler ve şekillerden oluşur. Bir devleti, hanedanı ya da şehri anlatır. Devletlerin insanları tarafından benimsenen armaları vardır.
Osmanlı armasının üzerindeki sembolleri en tepeden başlayarak şöyle sıralayabiliriz:
En tepede bir güneş şekli ve onu çevreleyen güneş ışıkları vardır. Güneş şeklinin ortasında armanın ait olduğu dönemin hükümdarlarının tuğrası yer almakta. Onun altındaki yukarıya açık hilalin üzerinde Arapça “Osmanlı devletinin hükümdarı olan … han, Allah’ın Muaffak kılması ve yardımına dayanır ve öylece hüküm sürer.” anlamına gelen bir söz yazılı.
Onun altında, armanın tam göbeğine gelecek şekilde aynalıklı kalkan motifi var. Bu kalkanın çevresinde yıldızlar bulunuyor. Bu yıldızların sayısı çok zaman 12 adet ile sınırlandırılmış olup 12 burcu temsil eder. Böylece Osmanlı, kâinatın merkezine yerleştirilmiş olur.
Kalkanın hemen üzerinde de devletin kurucusu Osman Gazi’yi temsil eden bir sorguç vardır ki Osmanlıların köklerine ne kadar bağlı olduğunu anlatır.
Kalkanın sağ yanında Osmanlı sancağı yer alır. Renkli armalarla kırmızı ile gösterilir. Onun karşısında ise hilafet sancağı bulunur. Hilafet sancağının rengi aslında siyah iken, arma üzerinde hemen daima yeşil renkte gösterilmiş ve bazen üzerinde üç hilal kondurulmuştur.
Merkezdeki kalkandan Osmanlı sancağı yönüne doğru uzanan şekiller ise şöyle sıralanmaktadır:
Sancağın üzerinde bir ok var. Sancak alemini altında baltacıklar ocağının kullandığı tek taraflı bir çift yüzlü teberler (balta) bulunur. Sonra mızrak ve altında el sperlikli tören kılıcı vardır. Sonra ağızdan dolma bir top ve altında savaş kılıcı yer alır. Hemen altında bozdoğan (gürz) görülür. Top ile bozdoğanı sancaktan ayıran boynuzdan yapılan boru ise savaş ilanını ve sonra da mehterhaneyi temsil eder.
Armanın sol yanında, yani hilafet sancağı yönünde uzanan semboller yine yukarıdan aşağıya şöyle sıralanırlar:
Sancak aleminin altında süngü takılmış bir tüfek, altında tek yüzlü teber (balta), sonra toplu tabanca ve topuz başlı asa mevcuttur. Asanın şeşper (savaş araçlarından altı dilimli topuz) topuzu kenarına asılı olan terazi adaleti temsil eder. Terazinin kitap şekilleri üzerine oturtulmuş olup bu kitaplardan üstteki Kuran-ı Kerim, alttaki ise diğer hukuk metinleri yerine geçen kanun kitabıdır.
Hilafet sancağının altındaki çiçek şekilleri Osmanlı’nın estetik yönünü gösterir. Buket arasında ki güller hilafet sancağı üzerinde manevi ilhamlar sebebiyle bulundurulur. Buketin hemen altında bir çapa (gemi demiri) yer alır ki denizciliğin sembolüdür.
Arma göbeğindeki kalkanın hemen alt yanın da dik duran bir borazan mızıka takımını; onun altında çaprazlama duran tirkeş (ok kuburu, sadak) ile meşale de gece donanmalarını ve ok müsabakalarını hatırlatır.
Armanın alt tarafını boydan boya süsleyen inci defne yaprakları, çiçek motifleri arasından beş tane madalya sarkar. Bu madalyaların isimleri şöyledir: İmtiyaz nişanı, Mecidi nişanı, İftihar nişanı, Osmanlı nişanı ve Şefkat nişanı.
Topkapı Sarayı Harem girişinde köşeye yerleştirilmiş bir arma.
Tuğra II. Abdülhamid Han'a ait. Bu da eserin 1876-1909 yılları arasında yapıldığını göstermektedir.
Osmanlı Arması 18. asır sonlarında meydana gelmeye başlayıp, karakteristik özelliklerini II. Abdülhamit Han devrinde kazanmıştır. Bu devirde devletin unsurlarını armaya yerleştirme fikri ön plana çıkmıştı.
Arma çok farklı fonlarda olabiliyor. Ama temel özellikleri hemen hemen aynıdır.
Saltanat ve orduyu temsil eden motifler kullanılmıştır.
Şimdi fotoğrafı inceleyelim:
1- Tuğranın etrafınaki bu güneş motifi, padişahın güneşe benzetilmesinden ileri gelir.
2- II. Abdülhamit'in tuğrası.
3- Sorguçlu serpuş: Osman gaziyi ve tahtı temsil eder.
4- Kalkan: Ortasında stilize edilmiş bir güneş motifi var. 12 yıldız: Rivayete göre bu 12 yıldız 12 burcu temsil eder. Güneş bu burçlar üzerinde hareket eder. Böylece Osmanlı kainatın merkezi addedilmiştir.
Başka bir rivayete göre Osmanlı'nın 12 eyaletini temsil eder.
5- Osmanlı sancağı.
6- Mızrak: Son dönem mızraklı süvari alaylarını remzeder.
7- Tek taraflı teber (balta): tören silahıdır.
8- Çift taraflı teber: Orduda üst düzey görevliler tarafından üstünlük sembolü olarak kullanılmıştır.
9- Mızrak.
10- El siperlikli tören kılıcı: bu kılıç klasik türk kılıcı olmayıp, o devirdeki subaylar tarafından kullanılırdı.
11- Top: topçu ocaklarını temsil eder.
12- Kılıç: geleneksel türk kılıcı.
13- Top gülleleri.
14- Borazan: modern mızıka takımının kullandığı çalgı aletidir.
15- Yay.
16- Çapa: Osmanlı denizciliğini temsil eder.
17- Bereket boynuzu: bu boynuzun Osmanlı kültürüyle alakası yoktu. Armayı tasarlayan kişi azınlıklardan biri veya bir Avrupalı olsa gerek. Osmanlı topraklarını temsil ettiği rivayet edilir.
18- Hilafet sancağı (yeşille remzedilmiş).
19- (Üstte) Kuran-ı Kerim. (Altta) Kanunnameler (böylece devletin adaletinin osmanlı yazılı kanunları ve şeriat ile sağlandığı remzediliyor).
20- Terazi: şeşper ve asaya asılıdır. adaleti temsil eder.
21- Asa ve şeşper(altı dilimli topuz) şeşper: asalet ve üstünlüğü remzeder. asa: Hz. Musa'nın asasını remzeder.
22- Toplu tabanca: 1840'dan itibaren bütün subayların kullandığı silahtı. Osmanlı ordusunun modernize edildiğini remzeden bir motif.
23- Kılıç.
24- Çift taraflı teber.
25- Süngülü tüfek: Nizam-ı Ceditle birlikte Osmanlı ordusunun asıl silahı olmuştur.
26- Şefkat nışanı: 1878'de II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiş olup; savaş zamanında, büyük afetlerde devlete, millete hizmet eden kadınlara verilirdi.
27- Mecidi nişanı: Beş ayrı derecesi vardır ki kişinin başarıları arttıkça bir üst derecesi verilirdi. Üst derece verilince alt derece geri alınırdı. Savaşlarda üstün başarı gösteren askerlere verilirdi.
28- Nışan-ı iftahar: Sultan Abdülmecid döneminde ihdas edilmiştir. Üst düzey devlet hizmetlileri ve askerlere verilirdi.
29- Nışan-ı osmani: Sultan Abdülaziz Han tarafından 1862'de ihdas edilmiş olup, devlet hizmetinde üstün başarı sağlayanlara verilirdi.
30- Nışan-ı al-i imtiyaz: Devlet adına faydalı işlerde bulunmuş ilim adamları, idareci ve askerlere verilmek üzere 1876'da II. Abdülhamit Han tarafından ihdas edilmiştir.
En geniş zamanında devlet, üç kıtaya yayılmış, İstanbul ile sınırlı bir şehir devletine dönüşmüş olan Doğu Roma İmparatorluğu'nu (Bizans İmparatorluğu) yıkmış, bazı tarihçilere göre bu Yeni Çağ'ı başlatan olay olmuştur. Devletin kurucusu ve Osmanlı Hanedanının atası olan Osman Bey, Oğuzların Kayı boyundandır. Osmanlı Devleti Sünni Müslüman hakim kültürün yönetim, yasama ve yargıda hakim olduğu, Hıristiyan ve Yahudi ve diğer azınlıkların ise belirli yasal düzenleme ve sınırlamalar ayrıştırılmasına rağmen göreceli olarak dini özgürlüklere sahip olduğu bir devlettir. Hakimiyeti altında bulunan topraklarda yaşayan halklar tarihin her döneminde toplu ya da yerel ayaklanmalar ile Osmanlı iktidarına karşı çıkmışlardır. Türkiye'deki kimi, ve Türkiye dışındaki tarihçilerin çoğuna göre Osmanlı Devleti yönetim ve yürütmede temel esasları Doğu Roma İmparatorluğu'ndan almış bir imparatorluktur, çağdaş anlamda emperyalizm ve sömürü çağrışımı yapması sebebiyle Türkiye'de Osmanlı İmparatorluğu yerine Osmanlı Devleti kullanımı tercih edilmektedir.
Tarih
Osmanlı Devleti belirli tarihsel dönemlere ayrılarak incelenir. Dönemler, Osmanlı Devleti'nin yönetim yapısına ve dünya siyasetindeki yerine göre belirlenmiştir. Toprak büyüklüğünü temel alan ayrıştırmalardan daha detaylı bir bakış açısına izin vermektedir.
Beylik (1299 öncesi)
Osmanlı Devleti Beylik Dönemi Anadolu Selçuklu hükümdarı, Kayı boyu'nu Ankara'nın yakınlarındaki Karacadağ yöresine yerleştirdi. Anadolu Selçuklu Devleti'nin Kayılar'a verdiği bu toprak 1.000 kilometrekareden ibarettir. Kayılar, batıya yönelerek Bizans'ın Söğüt ve Domaniç bölgelerini, Ertuğrul Gazi ile aldılar.
13. yüzyıl'da Anadolu, giderek artan ölçülerle Moğol egemenliğine girmeye başladı. 14. yüzyıl başlarında Anadolu'nun batı kısımlarında pek çok Türkmen beyliği ortaya çıktı. Bu beyliklerin en küçüğü, Eskişehir-Sakarya-Söğüt dolaylarındaki Osmanlı Beyliği idi. Osmanlı Beyliği, artık iyice zayıflamış olan Bizans İmparatorluğu ile karadan sınıra sahip tek Türkmen beyliği idi. Osmanlı Beyliği'nin kurulduğu Eskişehir-Sakarya- Söğüt dolayları Anadolu'da biçim bakımından İlhanlılar'a bağlı olsa da, Moğol İlhanlı etkisinin uzanamayacağı kadar batıda yer alan bir bölgeydi. Bu yüzden Osmanlı Beyliği'nin toprakları, Moğol baskısından kaçan Oğuz aşiretleri, Anadolu Selçuklu asker, memur ve bilim adamı için bir sığınak yeri işlevini görüyordu. Osmanlı devletinin yanında bir çok boy da orada idi bunlara : uç beylikleri denir. Osmanlı devleti daha sonradan büyüyerek avrupa yakasına geçti buradan bizansı alarak avrupaya yayıldı.
Kuruluş (1299 - 1453)
Osman Bey; Karacahisar,Bilecik,Yarhisar ve Mudurnu'yu almıştır. Beyliğe adını veren Osman Bey'dir. Osman Bey, Çobanoğulları Beyliği'nin vâsalı olarak akınlarda bulunurken, bu beyliğin Bizans'la anlaşması üzerine, bölgede Bizans üzerine akınlarda bulunanlar, etkinliklerini bu kez Osman Bey'in bayrağı altında sürdürdüler. Bu durum yavaş yavaş Osman Bey'i bağımsızlığa iten bir etken oldu.
Osmanlı Beyliği'nin genişlemesi, Marmara bölgesindeki büyük Bizans kentlerinden Bursa'nın 1326'da Osmanlı Beyliği'nin eline geçmesiyle sürdü. Bursa'nın alınışını göremeden o yıl ölen Osman Bey'in yerine geçen oğlu Orhan Bey zamanında da Osmanlı Beyliği'nin gelişmesi hızlandı.Para bastırarak Osmanlı beyliğini, Osmanlı Devleti haline getirdi. Bursa'nın ardından Marmara bölgesinin öteki büyük Bizans kentleri, İznik ve İzmit de Osmanlılar'ın eline geçti. Osmanlı ilerlemesini durdurmak isteyen ve başında Bizans İmparatoru III. Andronikos'un bulunduğu bir Bizans ordusu Pelekanon(Maltepe) denilen yerde bozguna uğratıldı (1329). Osman Bey döneminde, Osmanlı beyliği yalnız Bizans topraklarında genişlemişti.
Orhan Bey döneminde ise komşu Türkmen beyliklerinin topraklarında da genişlemeye başladı. Böylece Osmanlılar hem Karesi Beyliği'nin donanmasına, hem Rumeli'ye geçiş için önemli bir takım noktalara, hem de Rumeli topraklarını iyi tanıyan Karesi komutanlarına sahip oldular. Osmanlılar Rumeli'ye Bizans İmparatorluğu'nda Palaiologoslar ile Kantakuzenoslar arasındaki taht kavgalarından yararlanarak, 1354'te ayak bastılar. Osmanlılar'ın Balkanlar'da ele geçirdikleri ilk üs Gelibolu Yarımadası'nda Çimpe Kalesi oldu. Orhan Bey'in yerine oğlu I. Murat (1362 - 1389) geçti. Osman Bey ölünce yerine Orhan Bey geçti. Bizans o sıralarda iç karışıklıklar içindeydi. Kantakuzen, Orhan Bey'den, Çimpe Kalesi karşılığında yardım istedi. Orhan Bey, Bizans Tekfurlarını (vali) bozguna uğrattı ve Çimpe'yi Rumeli'ye geçişte üs olarak kullandı. İznik ele geçince Orhan gazi tuğrasının olduğu ilk osmanlı parasını bastırtarak, tarihteki ilk padişah oldu. Donanma ilk kez Orhan Bey zamanında kuruldu ve Osmanlı Beyliği, Osmanlı Devleti haline geldi. Yine Orhan Gazi zamanında, 6 yıl süren kuşatmanın ardından Bursa alınarak başkent yapıldı.
I. Murat Balkan fetihlerini hızla sürdürdü. 1363'te Edirne yakınlarında Sazlıdere denilen yerde, Osmanlı ilerlemesini durdurmak isteyen bir Bizans - Bulgar ordusu yenilgiye uğratıldı ve bu zaferin ardından Edirne Osmanlılar'ın eline geçti. Kısa bir süre sonra, Edirne'yi geri almak isteyen Macar - Sırp - Bulgar - Eflâk - Bosna birleşik ordusu Edirne yakınlarında, Sırpsındığı Savaşı'nda ağır bir yenilgiye uğratıldı (1364). Osmanlılar kısa süre içinde Bulgaristan'ı, Yunanistan'ı ve Sırbistan'ı ele geçirmeyi başardılar. 14.yy. sonlarında Osmanlı sınırı Tuna'ya ve Belgrad'a dayanmış bulunuyordu. Balkan devletlerinin ve onları destekleyen Avrupa devletlerinin Osmanlı ilerlemesini durdurma çabaları, I. Kosova Savaşı (1389), Niğbolu (1396), Varna (1444), II. Kosova Savaşı (1448) savaşları ile kırıldı. İstanbul'un Osmanlılar'ın eline geçmesinden önce Belgrad ve dolayları, Arnavutluk, bazı liman şehirleri dışında Balkanlar büyük ölçüde Osmanlı egemenliğine girmiş bulunuyordu. Bu döneminde Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı ile I.Murat'ın oğlu Şehzâde Bayezit'in evlenmeleri, Kütahya, Tavşanlı, Emet, Simav ve Gediz dolaylarının çeyiz olarak Osmanlılar'a geçmesine neden oldu. Yine 1.Murat döneminde Osmanlı Beyliği, Hamitoğulları Beyliği'nden Akşehir, Yalvaç, Beyşehir, Karaağaç ve Seydişehir'i 1374'te 80000 altın karşılığı satın alarak Anadolu'daki bu genişleme, kendilerini Anadolu Selçukluları'nın vârisi sayan Karamanoğulları Beyliği ile sınırdaş yaptı ve bu durum Osmanlı - Karaman mücadelesinin başlamasına neden oldu. I. Murat'ın oğlu Yıldırım Bayezit (I. Bayezit) (1389 - 1402) tahta geçer.
Yıldırım Bayezit döneminde,Anadolu Türk birliği yeniden sağlandı. Ancak Osmanlı'nın bu kadar güçlenmesi, o sırada bir Çin seferi hazırlığında olan Timuru korkuttu. Batısında böylesine güçlü bir devlet bırakmak istemeyen Timur, Karakoyunlu ve Celayirli hükümdarının Osmanlı'ya sığnmasını bahane ederek Osmanlı'ya savaş açtı ve Ankara'ya kadar geldi. O sırada İstanbul'u kuşatmakta olan bayezid kuşatmayı kaldırdı ve Çubuk Ovası'nda Timur'un ordusu ile karşılaştı. Yapılan Ankara Meydan Savaşı'nda bayezid kendisine bağlı Türk boylarının ona ihanet etmesinin de etkisiyle çok ağır bir yenilgi aldı. Timur,devleti Bayezid'in oğulları İsa, Musa, Mehmet ve Süleyman çelebiler arsında paylaştırdı ve Anaolu beylerini eski topraklarına kavuşturdu.
"Fetret Devri" adı verilen bu dönemde Mehmet Çelebi kardeşlerini yenerek 1413 yılında tahta çıktı. Çelebi Mehmet, anadolu türk birliğini bir ölçüde yeniden sağladı ve devleti eski gücüne kavuşturdu.Bu dönemde Venediklilerle yapılan ilk deniz savaşı, başarısızlıkla sonuçlandı.1421'de yerine oğlu Sultan II. Murat padişah oldu.
Yükselme (1453 - 1579)
Fatih Sultan Mehmet
II. Mehmet, 6 Nisan 1453'te kuşattığı İstanbul'u 29 Mayıs 1453'te zaptetti ve artık bir imparatorluk durumuna gelen devletine başkent yaptı. Ardından, Bizans tahtı üzerinde hak iddia edebilecek hânedanlara karşı harekete geçti. Mora Despotluğu (1460), Trabzon Rum İmpratorluğu (1461) ve Palailogoslar ile akrabalığı bulunan Galtulusi ailesinin ortadan kaldırdı. Sırbistan, Bosna ve Hersek'i ilhâk etti (1459). Balkanlar'da genişleme Osmanlı Devleti'ni Tuna üzerinde Macaristan'la; Arnavutluk, Yunanistan kıyıları ve Ege Denizi'nde Venedik'le karşı karşıya getirdi. Uzun bir savaş (1463 - 1478) sonunda Venedik, İşkodra, Akçahisar kentleriyle Limni ve Eğriboz adalarını Osmanlılar'a bırakmayı ve elde ettiği ticaret serbestliği karşılığında her yıl 10.000 altın ödemeyi kabul etti. Bu savaş sürerken II. Mehmet, Karamanoğulları Beyliği'ni ortadan kaldırdı (1468); Karamanoğulları'nı koruyan ve Venedik'le bir antlaşma yapan Akkoyunlu hükümdârı Uzun Hasan'ı Otlukbeli'nde ağır bir yenilgiye uğrattı. Bu zaferle Osmanlı Devleti Fırat'ın batısındaki Anadolu topraklarına yerleşti; Gedik Ahmet Paşa'nın Toroslar'ı ve Akdeniz kıyılarını zaptetmesiyle de Mısır Memlûkları ile sınırdaş oldu. Gedik Ahmet Paşa'nın 1475'te kuzey Karadeniz'e yaptığı sefer, Ceneviz kolonileri Kefe ve Sudak'ın fethi ve Kırım Hanlığı'nın Osmanlı himayesine girmesiyle sonuçlandı. Böylece Osmanlı Devleti bir iç deniz durumuna gelen Karadeniz üzerinde siyâsi ve iktisâdi tam bir egemenlik kurdu. II. Mehmet'in güney İtalya'nın fethiyle görevlendirdiği Gedik Ahmet Paşa, denizaşırı bir seferle Napoli Krallığı'nın elinde bulunan Otranto'yu aldı ve İtalya içlerinde harekâta başladı. Ama II.Mehmet'in ölümü (1481) bu seferin yarım kalmasına neden oldu.
İstanbul'un Fethi
II. Bayezit (1481 - 1512), taht kavgasına girişen kardeşi Cem'i yeniçerilere dayanan İshak ve Gedik Ahmet paşaların desteğiyle yendi; Cem, Rodos Şövalyeleri'ne sığınmak zorunda kaldı. 1484'teki Boğdan seferi ile kuzey ticaretinin zengin limanları Kili ve Akkerman Osmanlı Devleti'ne katıldı. Cem'i ve Karamanoğulları'nın kalıntılarını destekleyen Memlûklar'la savaş (1485 - 1491) ise genellikle Osmanlılar'ın yenilgisiyle sonuçlandı. Venedik'le savaş (1499 - 1503), imparatorluğa Modon, Koron, Navarin, İnebahtı limanlarını kazandırdı.
Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail'in Anadolu'daki müritlerine karşı şiddetli bir mücadeleye girişti. Şah İsmail'e karşı Çaldıran'da kazandığı zaferden (1514) sonra Tebriz'e kadar ilerledi. Bundan sonra I. Selim, Memlükler'a karşı harekete geçti. Ateşli silahlardaki üstünlüğü sayesinde kazandığı Mercidâbık (1516) ve Ridâniye (1517) savaşları, Osmanlı Devleti'ne Suriye, Filistin ve Mısır'ı kazandırdı. Hicaz, Osmanlı egemenliğine girdi. Böylece Osmanlı Devleti, Hint Okyanusu'na açılma olanağına kavuştu ve İslâm dünyasının önderliğine tartışmasız biçimde ele geçirdi. Bu arada I. Selim, halife ünvânı aldı ve bu unvan kendisinden sonra gelen Osmanlı padişahları tarafından da kullanıldı.
Kanuni Sultan Süleyman Kanuni Sultan Süleyman zamanında Belgrad'ın zaptı (1521) Orta Avrupa'da; Rodos'un zaptı (1522) ise Akdeniz'deki etkinlikleri için Osmanlı Devleti'ne elverişli bir konum kazandırdı. Macar ordusunu Mohaç'ta yok eden (1526) Kanuni, Macaristan'ın başkenti Buda'ya (Budin) girdi ve Macaristan'ı Zapolya'nın krallığında himâyesine aldı. Bu, Osmanlı Devleti'ni Macaristan egemenliği için Habsburglar'la karşı karşıya getirdi. Kanuni, Zapolya'yı korumak için 1529'da Viyana'nın kuşatılmasıyla sonuçlanan seferi, 1532'de de Alman Seferi'ni yaptı. 1541'de ise Osmanlı egemenliğindeki Macaristan topraklarını bir Osmanlı eyaleti (Budin Eyaleti) yaparak ilhâk etti; ölen Zapolya'nın oğluna, kendisine bağlı olması koşuluyla Erdel Prensliği'ni verdi. 1543'teki Macaristan seferi sırasıda ise Estergon Kalesi'ni zapt etti. 1547'de Avusturya ve Almanya ile imzalanan barış antlaşması ile Kanuni, ellerinde tuttukları Macaristan topraklarını yılda 30.000 altın haraç ödenmesi koşuluyla Habsburglar'a bıraktı. Ancak savaş, 1551'de yeniden başladı.
Kanuni döneminde Osmanlı Devleti'nin batıya karşı bir savaş cephesi de Akdeniz'di. Akdeniz'de meydana gelen ilk önemli olay, Saint Jean Şövalyeleri'nin elinde bulunan Rodos'un alınması oldu (1522). Ünlü denizci Hızır Reis de, Barbaros Hayrettin Paşa adı ile Osmanlı kaptan-ı deryalığına getirildi. Bu dönemin en önemli olayı, Preveze Deniz Savaşı'nda Barbaros Hayrettin Paşa'nın, kendisinden gemi, top ve asker sayısı bakımından üstün olan ve Andrea Dorya komutasındaki birleşik Hristiyan donanmasına karşı kazandığı parlak zafer oldu (28 Eylül 1538).
Akdeniz'de Osmanlılar'la Hristiyan Akdeniz devletleri arasında her iki taraf için de yıpratıcı deniz savaşları yapılırken, Osmanlı Devleti 1538'den başlayarak Hint Okyanusu'nda Portekizliler ile mücadeleye girişti Osmanlı Devleti'nin Hint Okyanusu için mücadelesi 1669'a kadar sürdü. Bu süre içinde birkaç kez Hindistan'a, bir kez de Sumatra Adası'na donanma gönderildi; Yemen, Habeşistan ve bazı Afrika ülkeleri Osmanlı Devleti'ne katıldı, Hint Okyanusu'nda Portekizlilere karşı bazı deniz başarıları elde edildi ise de, Osmanlılar Hint Okyanusu'nda kesin bir üstünlük sağlayamadılar. Osmanlılar'ın Hint Okyanusu'ndaki başarısızlığı daha sonra hem Osmanlı devleti hem de tüm doğu ulusları için son derece olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
Kanuni döneminin önemli mücadele alanlarından biri de İran oldu. 1533'te Sadrazam İbrahim Paşa, İran seferiyle görevlendirildi, arkasından da padişah İran seferine çıktı (1534). "Irakeyn Seferi" denilen bu seferin en önemli ve kalıcı etkisi Bağdat dahil olmak üzere Irak topraklarının Osmanlılar'ın eline geçmesi oldu (1535). İran savaşları 1555'teki Amasya Antlaşması ile sona erdi; antlaşma sonucu Azerbaycan ile merkezi Tebriz, bir kısım Doğu Anadolu toprakları ve Irak Osmanlılar'ın eline geçti. Bu barış 1576 yılına kadar sürdü
Duraklama (1579 - 1683) (Osmanlı Devleti Duraklama Dönemi)
Deneyimsiz kişilerin tahta geçmesi ile merkezi yönetimin bozulması sonucu, devlet yönetiminde otoritenin sarsılması, halkın devlete olan güveninin azalmasına ve iç isyanların çıkmasına neden olmuştur. Özellikle yeniçeriler artık padişaha karşı gelmekteydi.
Avusturya ve İran seferleri sonucu oluşan ekonomik sıkıntılar, tımar sisteminin bozulması ve nüfus artışının yarattığı sosyal hayattaki sıkıntılar ve çağın gerisinde kalınması ile eğitim alanındaki bozulmalar sonucu Devlet duraklama dönemine girmiştir.
Osmanlı Devleti(1595)
Celali ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirmiş, ağır vergiler yüzünden ya da “Büyük Kaçgun” sırasında yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçmiştir. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırdılar. Osmanlı toprak düzeninin belkemiği olan tımar sistemi bozuldu. Büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler oldu. Tarımsal üretim geriledi ve kıtlık tarım ürünleri fiyatlarının yükselmesine yol açtı. On binlerce insan yaşamını yitirdi ve pek çok yerleşim yeri yıkıma uğradı.
Gerileme (1699 - 1792)
Gerileme (1699 - 1792) Osmanlı Devleti Gerileme Dönemi
Osmanlı Devleti Gerileme Dönemi, Osmanlı tarihinde Karlofça Antlaşması’ndan (1699) başlayarak, Yaş Antlaşmasına kadar (1792) geçen süreye denir.
Bu dönemde Karlofça ve İstanbul Antlaşması’yla kaybedilen yerleri geri almak ve mevcut toprakları korumak amacıyla batıda Avusturya ve Venedik, kuzeyde Rusya ve doğuda İran ile savaşlar yapılmıştır.
Bu yüzyılda Avrupa’dan geri kalındığı Pasarofça Antlaşması’ndan itibaren kabul edilmiş ve yapılan ıslahatlarda Avrupa örnek alınmıştır.
26 Ocak 1699 tarihinde Avusturya imzalanan Karlofça Antlaşması, Osmanlı-Kutsal ittifak Savaşları'nı bitirmiştir. Karlofça Antlaşması, Osmanlı Devleti'nin toprak kaybettiği ilk antlaşmadır. Bu tarihten sonra Osmanlı Devleti'nin gerileme dönemi başlamıştır. Papa tarafından Osmanlı Devleti'ne karşı Avusturya, Lehistan, Rusya, Malta ve Venediklilerden oluşan bir ittifak ile uzun süren savaşlar sonunda yorgun düşen Osmanlı Devleti, Banat ve Temeşvar hariç, bütün Macaristan ve Erdel Beyliği Avusturya'ya, Ukrayna ve Podolya Lehistan'a, Mora ve Dalmaçya kıyıları Venediklilere bırakmıştır.
Karlofça Antlaşması
Lale Devri
1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı
Küçük Kaynarca Antlaşması
Nizam-ı Cedid
Bükreş Antlaşması
93 Harbi
Ayastefanos Antlaşması
Berlin Antlaşması
Tanzimat Fermanı (1839)
Lozan Barış Antlaşması
Dağılma (1792 - 1922) Osmanlı Devleti Dağılma Dönemi
Bu dönem 1792 Yaş Antlaşması ile başlayıp 1922 de Osmanlı devletini yıkılışına kadar devam eden dönemdir. Osmanlı devleti Avrupalı devletlerin kendi aralarındaki çıkar çatışmalarından yararlanıp denge politikası izleyerek varlığını korumaya çalışmıştır.
Osmanlı Avrupada çıkan isyanlar ve uzun süren Rus savaşları ile iyice yıpranmış ve devlet yönetiminde ıslahata yönelik çalışmalar yapılmış isede pek başarılı olunamamıştır.
Sırp İsyanı(1804)
1806-1812 Osmanlı-Rus Savaşı ve Bükreş Antlaşması
Yunan İsyanı
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı ve Edirne Antlaşması
Mısır Valisi Kavalalı mehmet Ali Paşa'nın İsyanı
Kırım Savaşı(1853-1856)
93 Harbi (1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı)
Trablusgarp Savaşı (1911-12)
Balkan Savaşları (1912-13)
I. Dünya Savaşı (1914-1918)
Çanakkale Savaşları (1915-16)
Saltanatın Kaldırılması (1922)
Devlet Yapısı
Saltanat Makamı (Osmanlı padişahları)
Osmanlı hanedanınıdan 36 padişah toplam 623 sene hüküm sürmüştür. İlk önce Bey diye adlandırılan padişahlar, 1383'den itibaren Sultan, 1517 tarihinden sonra da Sultan unvanına ek olarak Halife unvanını da taşımaya başlamışlardır.
Osmanlı padişahları tahta çıktıklarında yayımladıkları bir tür genelge olan Adaletnâme; kanunlara uyulması ve herhangi bir haksızlığa hiç kimsenin uğratılmaması konuları hakkında kaleme alınırdı.
Yerel Yönetimler
Osmanlı eyaletlere ayrılmıştı.Bu eyaletlerin başına da birer vali atanırdı.Bu valiler askeri,siyasi her türlü imkana sahiptirler.Eyaletlerin içinde yer alan yerel yönetimlerde vardır.Kaza,Sancakbeyliği,.... Kazaları beylerbeyleri,Sancakbeylikleriniyse sancakbeyi yönetirdi.
Devlet teşkilatı (Osmanlı Devlet Teşkilatı)
Osmanlı Devleti'nde Askeri Teşkilat
Osmanlı ordu teşkilatı Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve Memluklular devletlerinin askeri teşkilat yapılarından belirli ölçülerde yararlanılarak kurulmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu Ordusu'nun Başkomutanlık görevini Hakanlar yapmışlardır.
Yaya ve atlılardan oluşturulan ordunun atsız kısmı "yaya”, süvarileri ise "müsellem” şeklinde adlandırılmıştı. Kapıkulu Ocakları'nın kuruluşuna kadar savaşlarda fiili olarak hizmet gördüler.
Osmanlı Devleti'nin temeli atılırken süvari olan beylik kuvvetlerinin yerine vezir Alâaddin Paşa ile Kadı Cendereli Kara Halil'in tavsiyeleriyle Türk gençlerinden oluşan ayrı ayrı biner kişilik yaya ve müsellem isimleriyle muvazzaf ade ve süvari kuvveti kuruldu.
Osmanlı Devleti Adli teşkilatı
Fatih, Osmanlı Devleti’ne düzenli ve sürekli bir yapı kazandırmak için önemli düzenlemeler yaptı. Yönetim, maliye ve hukuk alanında koyduğu kuralları içeren Fatih Kanunnamesi, sonraki dönemde de yürürlükte kaldı. Bu kanunname, tahta çıkan padişaha devletin geleceği için kardeşlerini öldürme hakkı veriyordu. Fatih’in Osmanlı devlet düzenine ilişkin temel ilkelerin pek çoğu, Tanzimat dönemine kadar geçerliliğini korudu.
Osmanlı Devleti'nde Polis teşkilatı
Osmanlı Devleti'nde eğitim
Toplumsal hayat
Osmanlı'da misyonerlik
1820 yılında başlayan ve Kurtuluş Savaşı'na sonuna kadar süren zaman içerisinde Osmanlı Devleti'nde misyonerlik faaliyetleri çok hızlı bir şekilde gelişmiştir. Misyonerlik faaliyetlerini bu denli başarılı olmasında şüphesiz Osmanlı Devleti'nin Islahat Fermanı ile verdiği ayrıcalılar, kapitülasyon anlaşmaları ile verilen ayrıcalıklar ve Osmanlı Devleti'nin bölgelerine ilgi göstermemesi etkili olmuştur. Başlangıçta kendilerine Anadolu'da hedef bulamayan misyonerler daha sonra Ermenilere odaklanıp çalışmalarında başarılı olmuşlardır. Açtıkları okullardan mezun olanların başarılı olmaları bu okulların etkilerini artırmıştır. Hatta zamanla Müslüman Türkler dahi çocuklarını bu okullara göndermişlerdir.
Misyonerlerin genel hedef kitleleri, İslamiyet'in yaygın olduğu bölgeler olmuştur. Bu çalışma Osmanlı Devleti ile sınırlı kalmayıp Afrika Kıtası, Arap Yarımadası, İran ve Orta Asya halklarına yönelik bir çalışmadır.
Osmanlı'da Dilencilik (Osmanlı'da Dilencilik)
Osmanlı tarihinin her döneminde yardımı hak eden yoksullarla, yardım hak etmeyen kesimler arasında bir ayırım yapılmış olduğu söylenebilir. Özellikle dilenciler konusunda böyle bir ayırıma sıklıkla rastlanabiliyor. Çalışamayacak durumdaki dilencilerin mesleklerini Cer kağıdı verilir ve tayin edilmiş olan başbuğun sorumluluğu altında icra etmelerine göz yumulurken, çalışabilecek durumda olduğu halde dilenciliği tercih ettiği düşünülen kimseler yakalanıp kürek ve kalebentlik gibi çeşitli cezalara çaptırılmıştır.
Ekonomik yapı (Osmanlı İktisâdi Yapısı)
Son Padişah'a kadar bütün Osmanlı paraların üzerinde Kostantiniye ibaresi kullanılmıştır. Kurtuluş Savaşında Yunanlıların bunu Yunan Kralı Konstantini kastederek kullanmaları üzerine kullanılmaktan vazgeçilmiştir
Uğuz Türklerinin Boyları
Listelerin kaynakları, Kaşgarlı Mahmud ve XIV. yy'da yaşayan Reşideddin'e dayanmaktadır. Reşideddin 24, Kaşgarlı Mahmut ise 22 boy saymaktadır.
B O Z O K L A R
Gün Han
• Kayı
• Bayat
• Alkaevli
• Karaevli
Ay Han
• Yazgır
• Pötürge
• Töker
• Yaprılı
Yıldız Han
• Avşar, (Afşar)
• Çorukluğ
• Beydili
• Kargın
Ü Ç O K L A R
Dağ Han
• Salur
• Eymür
• Alayurtlu
• Üreğir
Deniz Han
• İğdir
• Bükdüz
• Yiva
• Kınık
Gök Han
• Bayındır
• Çavdur
• Çepni
• Peçenek
Kayı aşiretinin menşei olan Oğuz Han’ın soy kütüğü, Reşideddin’in Oğuzname’sinde, Nuh Peygamber’in oğlu Yafes’e (Olcayto) dayandırılır. Oğuz Han’dan sonra altı oğlu iki büyük kolu oluşturmaktadır.
Kayı Aşireti, Moğol istilası nedeni ile kendine yeni bir yurt bulmak için, Horasan’ın Merv şehri yakınındaki, Mahan bölgesinden, Süleyman Şah (Ertuğrul Gazi’nin babasının adı birçok kaynakta Süleyman Şah olarak geçmektedir. Uzun süre tartışmaya sebep olan bu konu üzerinde “Osman bin Ertuğrul bin Gündüz” ibaresinin yazılı olduğu, Osman Bey’e ait bir sikkenin bulunmasıyla, tarihçiler kesinliğe kavuştuğunu savunmaktadır.) komutasında gelerek Anadolu’ya girdi. Önce Ahlat-Van Gölü civarında iki yıl ikamet edip, 1221 yılına doğru Erzincan’a, oradan da Halep’e geçtiler. Atının üzerinde Fırat Nehri’ni geçmeye çalışırken Süleyman Şah’ın boğularak vefat etmesi üzerine aşiret başsız kaldı. Obanın içinde bulunan Kayı dışındaki Oğuz boyları ayrılarak Suriye’ye gittiler. Süleyman Şah’ın dört oğlundan büyük olanları Gündoğdu Bey ve Sungur Tekin, aşiretin çoğunu toplayıp yıllar süren, pek çok sıkıntılara ve en sonunda da babalarının ölümüne neden olan göç işinden vazgeçip Orta Asya’ya geri dönmek üzere ayrılıp yola çıktılar ve muhtemelen Moğol orduları karşısında yok olup gittiler. Tarih, onlar için bu ayrılık sonrasından bahsetmez.
Diğer iki kardeş, Ertuğrul Bey ve küçük kardeşi Dündar Bey anneleri Hayme Ana’yı da yanlarına alarak, 400 çadırlık aşiretle Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat’tan yurt istemişler ve kendilerine Ankara yakınlarındaki Karacadağ yaylası verilmiştir. Karacadağ’a doğru yol alınırken Erzincan yakınlarındaki Yassıçimen’de Harzemşahlar’la savaşan ve Anadolu Selçuklu ordusuna yardım edip, savaşın kazanılmasında rol oynamışlar ve Anadolu Selçuklu Sultanı’nın takdirini kazanmışlardır.
Kayıların bu yardımlarından Sultan Alâeddin çok memnun oldu. Kayı aşiretinin beyi olarak Ertuğrul’u tanıdı. Sultan Alâeddin Ertuğrul Gazi’yi, Bizans hududuna uçbeyi tayin etti. Kayı aşiretine Söğüt kasabasını kışlak, Domaniç yaylasını da yaylak olarak verdi. Ertuğrul Gazi, Karacadağ’dan Kayı aşiretini alarak Söğüt’e yerleşti.
Ertuğrul Gazi doğum tarihi kesin olarak bilinmediği gibi, genel kabule göre 1189’da doğmuş, 1231’de Söğüt’e yerleşmiş, 1281’de ise vefat etmiştir. Babası Süleyman Şah, annesi Hayme Ana, eşi ise Halime Hatun’dur.
Ertuğrul Gazi her yıl yayla olarak kullanılan Domaniç yaylasından Eylül ayında Söğüt’e geri geldiklerinde bunu kutlamak amacıyla ‘’ETLİ BULGUR PİLAVI’’ yaptırarak bir şenlik edası ile bütün aşirete dağıtırdı. Yayladan kışlağa dönüş kutlaması, Ertuğrul Gazi’nin sağlığında başlamış ve vefatından sonra hem Ertuğrul Gazi’yi anmak hem de geleneklerini devam ettirmek amacıyla bir şenliğe dönüştürülmüş.
Hem Osmanlı Devleti’nin kurulduğu yer olarak, hem de Kurtuluş Savaşı sürecinde İkinci İnönü Savaşı’nın en çetin geçtiği Metris Tepe’de düşman durdurulmuş ve bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa İsmet İnönü’ye gönderdiği telgrafta “Siz Orada Yalnız Düşmanı Değil, Milletin Makus Talihini de Yendiniz” iltifatına muhatap olarak önemli bir konuma sahip olan Söğüt, yani Kuruluş ve kurtuluşun beşiği Söğüt 700 yılı aşkın süredir Eylül ayının ilk haftasında bu kutlamaların mekanı olmuştur.
Kutalmış
Kutalmish
From Wikipedia, the free encyclopedia
Kutalmish (alternative spellings: Kutalmysh / Qutulmush) was the name of two different personalities in Turkish history, the first having lived in the 11th century and the second 12th century, each of which had a son named Suleyman Shah, and whose descendants founded, respectively, the Sultanate of Rum and the Ottoman Empire.
[edit] Sultanate of Rum
The Seljuk Kutalmısh was a cousin of Toğrül Bey (Toghrul Begh) and played a vital role in the conquests of the Seljuk Turks. He supported a rebellion against Toğrül and contested the succession to the throne with Alp Arslan. His son, Suleyman I of Rûm, was appointed Sultan of Rûm by Malik Shah I in 1073.
Preceded by - | Sultan of Rûm Ancestor ?–1064 | Succeeded by Suleyman I |
[edit] Ottoman Empire
The 12th century Kutalmış was the ancestor of Osman I, founder of the Ottoman state, the grandfather of his father Ertuğrul and the father of his grandfather Suleyman Shah. He was the son of Gündüz Alp.
Preceded by None | Pre-Ottoman ruler ? | Succeeded by Süleyman Shah |
Fatih Sultan Mehmet Han
Fatih Sultan Mehmed (1432 - 1481) 29 Mart 1432'de Edirne'de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Huma Hatun'dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir padişahtı. Devrinin en büyük ulemalarından birisiydi ve yedi yabancı dil bilirdi. Alim, şair ve sanatkarları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed'in en çok değer verdiği alimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi. Fatih Sultan Mehmed okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça'ya çevrilmiş olan felsefi eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritasını yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul'a getirtirdi. Nitekim Astronomi bilgini Ali Kuşçu kendi döneminde İstanbul'a geldi. Ünlü Ressam Bellini'yi de İstanbul'a davet ederek kendi resmini yaptırdı. Şair ve açık görüşlüydü. Fatih Sultan Mehmed 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat 25 sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.
20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, bundan bir sene sonra 21 yaşında, İstanbul'u fethedip (bkz. İstanbul'un Fethi) 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğunu ortadan kaldırarak Fatih ünvanını aldı. Hz. Muhammed'in (S.A.V) hadisi şerifinde müjdelediği İstanbul'un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Orta Çağ'ı kapatıp, Yeniçağ'ı açan Cihan İmparatoru Fatih Sultan Mehmed, Nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü Maltepe'de vefat etti ve Fatih Camii'nin yanındaki Fatih Türbesi'ne defnedildi.
İSTANBUL'UN FETHİ
Fatih Sultan Mehmed padişah, olduktan sonra ilk iş olarak, devamlı ayaklanma çıkaran Karamanoğlu Beyliğine karşı sefere çıktı. Karamanoğlu İbrahim Bey af diledi. Fatih İstanbul'un fethini düşündüğü için onu bağışladı. Fatih Sultan Mehmed, büyük gayesini gerçekleştirmek için, Macarlara, Sırplara ve Bizanslılara karşı yumuşak davranıyordu. Amacı Haçlıların birleşmesini önlemek, onları tahrik etmemek ve zaman kazanmaktı. Bin yıllık tarihinin sonuna gelmiş olan Bizans küçüle küçüle sadece İstanbul şehrinin sınırları içinde hüküm süren bir devlet durumuna düşmüştü. Ancak buna rağmen Bizans'ın varlığı, Balkanlardaki Türk hakimiyeti açısından tehlikeli oluyordu. Bizans İmparatorları, Anadolu'daki çeşitli siyasi güçleri de Osmanlı aleyhine kışkırtmaktan geri kalmıyorlardı. Hatta zaman zaman Osmanlı şehzadeleri arasındaki taht kavgalarına karışıp devletin iç düzenini bozuyorlardı.
İstanbul'un Osmanlı Devleti'nin hakimiyeti altında girmesi, ticari ve kültürel yönden önemli bir avantajın daha ele geçirilmesi demekti. Boğazlar tam anlamıyla kontrol altına alınacak ve bu sayede, Karadeniz ticaret yolları ele geçirilmiş olacaktı. Karamanoğulları meselesini çözen Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi için gerekli hazırlıklara başladı. Devrin mühendislerinden Musluhiddin, Saruca Sekban ile Osmanlılara sığınan Macar Urban Edirne'de top dökümü işiyle görevlendirildi. "Şahi" adı verilen bu topların yanında, tekerlekli kuleler ve aşırtma güllelerin üretilmesi (havan topu) yapılan hazırlıklar arasındaydı. Yaptırılan bu büyük toplar İstanbul'un fethedilmesinde önemli rol oynadı. Yıldırım Bayezid'in İstanbul kuşatması sırasında yaptırdığıAnadolu Hisarının karşısına, Rumeli Hisarı (Boğazkesen) inşa edildi. Bu sayede Boğazlar'ın kontrolü sağlanacak, deniz yoluyla gelebilecek yardımlara karşı tedbir alınmış olacaktı. 400 parçadan oluşan bir donanma inşa edildi. Turhan Bey komutasındaki bir Osmanlı donanması Mora'ya gönderildi ve İstanbul'a yardım gelmesi engellendi. Eflak ve Sırbistan ile var olan barış antlaşmaları yenilendi. Macarlarla da üç yıllık bir antlaşma yapıldı.
Osmanlıların bu hazırlıkları karşısında, Bizanslılar da boş durmuyordu. Surlar sağlamlaştırılıyor ve şehre yiyecek depolanıyordu. Ayrıca Bizans İmparatoru Konstantin, Haliç'e bir zincir gerdirerek, buradan gelecek tehlikeyi önlemeye çalıştı. Aynı zamanda Haçlı dünyasından yardım isteniyor, Papa ise yapacağı yardım karşısında Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleştirilmesini istiyordu. Ancak Katoliklerden nefret eden Ortodoks Rumlar, Roma kilisesine bağlanmak istemiyor, "İstanbul'da Kardinal Külahı görmektense, Türk sarığı görmeye razıyız" diyorlardı. Fatih Sultan Mehmed, hazırlıklar tamamlandıktan sonra, Bizans İmparatoru Konstantin'e bir elçi göndererek, kan dökülmeden şehrin teslim edilmesini istedi. Fakat İmparatordan gelen savaşa hazırız mesajı üzerine, İstanbul'un kara surları önüne gelen Osmanlı ordusu, 6 Nisan 1453'de kuşatmayı başlattı. Osmanlı donanması ise Haliç'in girişinde ve Sarayburnu önünde demirlemişti. Ordu; merkez, sağ ve sol olarak üç kısma ayrıldı. 19 Nisan'da yapılan ilk saldırıda, tekerlekli kuleler kullanıldı ve bu saldırı ile Topkapı surlarından burçlara kadar yanaşıldı. Osmanlı Ordusundaki er sayısı 150.000 ile 200.000 arasındaydı. Bu kuvvetlere Rumeli ve Anadolu beylerine bağlı çeşitli kuvvetler de katılmıştı. Çok şiddetli çarpışmalar oluyor, Bizanslılar şehri koruyan surların zarar gören bölümlerini hemen tamir ediyorlardı. Venedik ve Cenevizliler de donanmalarıyla Bizans'a yardım ediyorlardı. Fatih Sultan Mehmed Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu. İstanbul'un Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu biliniyordu. Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti. Yüksekten atılan taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bir kısım donanmanın Haliç'e indirilmesi kesin olarak gerekliydi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi.
Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç'e indirilecekti. Tophane önündeki kıyıdan başlayıp Kasımpaşa'ya kadar ulaşan bir güzergah üzerine kızaklar yerleştirildi. Gemilerin, kızakların üzerinden kaydırılabilmesi için, Galata Cenevizlilerinden zeytinyağı, sade yağ ve domuz yağı alınarak kızaklar yağlandı. 21-22 Nisan gecesi 67(yada 72) parça gemi düzeltilmiş yoldan Haliç'e indirildi. Haliç'teki Türk donanmasına ait toplar, surları dövmeye başladı. Ciddi çarpışmalar cereyan etti. Bundan sonraki günlerde top savaşı, ok, tüfek atışları, lağım kazmalar, büyük ve hareketli savaş kulelerinin surlara saldırıları devam etti. Kuşatmanın uzun sürmesi ve kesin başarıya ulaşılamaması askerler arasında endişe yarattı. Ancak, İstanbul'u her ne şartta olursa olsun almaya kararlı olan Fatih Sultan Mehmed kumandanların ve alimlerin de bulunduğu bir toplantı düzenledi. Cesaretlendirici bir konuşma yaptıktan sonra, 29 Mayıs'ta genel saldırının yapılacağına dair kararını açıkladı. Çarpışmalar sırasında Bizans'ı koruyan surlar üzerinde kapatılması mümkün olmayan gedikler açılmaya başlamıştı. Surlar içerisine küçük sızmalar oluyor, ancak geri püskürtülüyordu. İlk defa Ulubatlı Hasan ve arkadaşlarının şehit olmak pahasına tutunmayı başardıkları İstanbul surları, artık direnemiyordu. 53 gün süren ve 19 Nisan, 6 Mayıs, 12 Mayıs ve 29 Mayıs'ta yapılan dört büyük saldırıdan sonra Doğu Roma İmparatorluğu'nun 1125 yıllık başkenti olan İstanbul, 29 Mayıs 1453 salı günü fethedildi. İstanbul'un fethi, çok önemli sonuçları da beraberinde getirdi. Fatih Sultan Mehmed, İstanbul'un fethinden sonra batıdaki hakimiyeti pekiştirmek, sınırları genişletmek, İslam'ı en uzak yerlere kadar yaymak ve Hıristiyan birliğini bozmak amacıyla Avrupa üzerine bir çok seferler düzenledi.
Sırbistan (1454,1459), Mora (1460), Eflak (1462), Boğdan (1476), Bosna-Hersek, Arnavutluk, Venedik (1463-1479), İtalya (1480) ve Macaristan seferleriyle Osmanlı İmparatorluğu Avrupa'daki hakimiyetini pekiştirdi. Sırbistan Krallığı tamamen ortadan kaldırılıp Osmanlı sancağı haline getirildi, Mora tamamen fethedildi, Eflak Osmanlı eyaleti yapıldı, Bosna tekrar Osmanlı hakimiyetine alındı, Arnavutluk ele geçirildi. 16 yıl süren Osmanlı-Venedik Deniz Savaşları sonunda Venedik barış imzalamayı kabul etti. İtalya'ya yapılan sefer sırasında Roma'nın fethi açısından çok önemli bir merkez olan Otranto, fethedildi ancak Fatih Sultan Mehmed'in ölümü üzerine geri kaybedildi.
KIRIMIN FETHİ ve KARADENİZ
Fatih Sultan Mehmed, Karadeniz'e de hakim olmak istiyordu. Venedik ve Cenevizlilerin İslam dünyasının aleyhine yaptıkları esir ticaretini önlemek, İstanbul'a gelen ticari malların taşınmasında esas rolü oynayan Kırım sahillerini ele geçirmek, Karadeniz'i bir Türk Gölü haline getirmek amacıyla hareket eden Fatih, işe 1459'da Amasra'yı fethederek başladı. 1460'da Candaroğulları Beyliği'ne son verildi. 1461'de Trabzon'un, 1475'de de Kırım'ın fethiyle Karadeniz bir Türk gölü haline geldi. Bu sayede Karedeniz'deki Ceneviz üstünlüğü sona erdi ve İpekyolu'nun tüm denetimi Osmanlı Devleti'ne geçti.OTLUKBELİ SAVAŞI
Karamanoğlu İbrahim'in 1464'te ölmesi üzerine oğulları birbirlerine düşmüşlerdi. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın yardımıyla İshak Bey Karamanoğlu beyliğine sahip oldu. Bunun üzerine diğer oğlu Pir Ahmed Bey Fatih Sultan Mehmed'den yardım istedi ve gelen yardım sayesinde Beyliği ele geçirdi. Fakat Pir Ahmed Bey bir süre sonra gidip Venediklilerle anlaşınca, bu duruma sinirlenen Fatih Sultan Mehmed, Karaman Seferi'ne çıkmaya karar verdi. Konya ve Karaman alınarak Osmanlı'ya bağlandı. Karaman halkı İstanbul'a ve çeşitli yerlere göç ettirildiler. Pir Ahmed Bey kaçarak Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'a sığındı. Bu olay Osmanlılarla Akkoyunluların arasının açılmasına neden oldu. Osmanlılar Avrupa ve Anadolu'daki topraklarını genişletirken, Akkoyunlular Devleti'de Doğu Anadolu, Kafkasya, İran ve Irak üzerinde hakimiyet kurmuşlardı. Sınırlarını genişleten iki Türk Devleti arasında büyük bir savaş kaçınılmaz olmuştu. Otlukbeli mevkiinde 11 Ağustos 1473'de yapılan savaşta, devrin en kuvvetli savaş tekniğine ve araçlarına sahip olan Osmanlı ordusu, Uzun Hasan'ın kuvvetli süvarilerden kurulmuş olan ordusunu birkaç saatte dağıttı. Bu savaştan sonra Akkoyunlular bir daha kendilerini toparlayamadılar. Fatih Sultan Mehmed, Akkoyunlu tehlikesini bu şekilde engellemiş oldu. Anadolu'da ve Rumeli'de birçok sefer düzenleyip pek çok zafer kazanmıştı. Buna rağmen güneyde güçlü bir devlet konumunda olan Memlüklerle problemler yaşandığı halde sıcak bir savaştan kaçınmıştı.DENİZLERDE DURUM
İstanbul'un fethiyle ticaret yollarının hakimiyeti Osmanlılara geçmişti. Ancak denizlerde Venedik ve Cenevizliler'in etkinliği devam ediyordu. Fatih ticaret yollarının güvenliğini sağlamak ve korsanlardan kurtulmak için Ege adaları üzerinde siyasetini ağırlaştırdı. Ege adalarına seferler düzenlendi. Yeni tersaneler ve gemiler inşa edildi. Rodos seferine çıkıldıysa da alınamadı.İDARİ DÜZENLEMELER
Fatih Sultan Mehmed, klasik manada Osmanlı devletinin idari kurucusu sayılabilir. İstanbul'un fethinden sonra kendisini Kaiser-i Rum (Doğu Roma İmparatoru) ilan etmiş ve devlet müesseselerini yerleştirmiştir. Fatih Kanunnamesi ile Atam-Dedem Kanunu dediği gelenekleri yazılı hale getirmiş ve buna Kanunname-i Ali Osman denmiştir. Divanın idaresini sadrazamlara bırakarak, işleri kafes arkasından takip etmeye başlamış, mutlak vekilim dediği sadrazamı geniş yetkilerle donatmıştır. Ayrıca defterdar, kazaskerler ve diğer üst düzey devlet erkanının görevleri tarif edilmiştir. Yeniçeri ordusu 10.000'e çıkarılarak güçlü bir merkezi ordu teşkil edildiğinden uç beylerinin önemi azalmış, böylece merkezi idare sağlamlaştırılmıştır. Anadolu ve Rumeli'nin en kudretli devletinin hükümdarı olarak "Han" ünvanını ilk defa o kullamıştır. İstanbul'un fethinden sonra Yıldırım Bayezid zamanında elden çıkan topraklar yeniden kazanılmış, hatta Rumeli ve Karadeniz kıyılarında yeni yerler fethedilmiştir. Kırım'ın fethi ile Karadeniz bir Türk gölü haline getirilmiş, Anadolu birliği tamamlanmış ve Rumeli'deki Türk varlığı Belgrad'a kadar uzanmıştır. İstanbul, Fatih zamanında bir ilim ve sanat merkezi haline gelmiş, Fatih medreseleri klasik Osmanlı medreselerinin temelini oluşturmuştur. Şairler ve ilim adamları için bir cazibe merkezi haline gelen İstanbul'a bütün İslam dünyasından bilginler gelmeye başlamıştır.Tarihte TÜRK Devletlerine Başkentlik Yapmış Şehirler 3(Bursa - Osmanlı İmparatorluğu)
Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey, İznik’i kontrol altına aldıktan sonra, 1302 yılında Koyunhisar’da Bizans kuvvetlerini büyük bir yenilgiye uğrattı. 1308 yılında Sakarya Vadisi’nin kuzeyindeki önemli yerleri ele geçiren Osman Bey, İznik ila İzmit arasındaki kara yolunu kontrol altına aldı. Harmankaya Tekfuru Köse Mihal, 1313 yılında Müslüman oldu ve Türk kuvvetlerine güç kattı. Bunun ardından 1315 yılında Türkler; Lefke, Akhisar ve Geyve beyliklerini Osmanlı Devleti’ne bağladılar. Bu tarihte Bursa kenti, Türkler tarafından kuşatıldı. Mudanya’nın 1321 yılında fethedilmesi ile Bursa’nın kuşatılma sürecinde de sona gelindi. Şehzade Orhan Bey komutasındaki Türk Ordusu, 1326 yılında Bursa’yı fethetti. Bursa’nın fethi ile birlikte Osmanlı Devleti başkentini Söğüt’ten, bu kente taşıdı. Osmanlı Devleti’nin kurucusu, büyük devlet adamı ve siyasi deha Osman Bey’in 1326 yılında ölümü ile yerine oğlu Orhan Bey geçti.
Orhan Bey, Bursa’nın fethinden sonra, 1329 yılında Bizanslıları büyük bir yenilgiye uğrattı. 1331 yılında da İznik, Türkler tarafından fethedildi. Daha sonra 1333 yılında Gemlik ve 1337 yılında da İzmit fethedildi. Böylece Kocaeli Yarımadası’nın tamamı, Osmanlı Devleti’nin egemenliğine girdi.
1326 yılında Osmanlı Devleti’nin başkenti olan Bursa; tarihi şahsiyetleri, doğal güzellikleri, tarihi abideleri ve binlerce yıldır bilinen şifalı kaplıcaları ile dünyaca meşhur bir Türk başkentidir.
Türkiye’nin Marmara Bölgesi’nin güneyinde yer alan Bursa; Bilecik, Balıkesir, Kütahya, Kocaeli, İstanbul illeri ve Marmara Denizi ile çevrilidir. Marmara Bölgesini, Ege ve İç Anadolu’ya bağlayan bir kavşak noktasında olan Bursa, Bitinya Kralı İkinci Prusias tarafından kurulmuştur.Kurucusuna izafetle kente “Prusias” dendiği tarihi kaynaklarda yer almaktadır. Zamanla bu isim “Brousse” , daha sonra da “Brus” olarak telaffuz edilmiştir. Türklerin şehri fethetmesiyle birlikte de “Bursa” adını alan kent, fethedildiği 6 Nisan 1326 tarihinden, Osmanlı Devleti’nin Padişahı Birinci Murat Hüdavendigar’ın Edirne’yi başkent yaptığı 1365 tarihine kadar bu özelliğini korumuştur. Ancak, bu tarihten sonra da Bursa, tahta çıkmalar, cenaze törenleri ve diğer önemli törenlerle, sembolik başkent olma özelliğini sürdürmüştür. 1841 yılından itibaren de Anadolu Beylerbeyi Bursa’da oturmuş ve burası merkez olmak üzere bölgeyi yönetmiştir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar sürekli gelişen Bursa, İngilizlerin desteğiyle Yunan işgaline uğradı. 26 Ağustos 1922 tarihindeki Büyük Taarruzla Türklere karşı kesin olarak yenilgiye uğrayan Yunan Ordusu, 11 Eylül 1922 tarihinde Bursa’dan çıkarıldı. Bursa’ya büyük tahribatlar veren Yunanlıların kentten çıkarılmasından sonra, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte Bursa ihtişamlı günlerine yeniden kavuştu.
Bursa kenti baştan başa tarih kokan zengin bir medeniyetin başkentidir. Türkiye’de, İstanbul’dan sonra tarihi eser bakımından en zengin şehir; Bursa’dır. Bursa, Osmanlı Türklerinin Selçuklu devri sanat ve mimarisine yeni bir şekil, yeni bir bakış kazandırdıkları “Bursa Okulu” tarzı mimarinin bol olduğu bir başkenttir.Türklerin, Bursa’daki eserleri göz önüne getirildiğinde; çinicilik, ağaç oymacılığı ve duvarlardaki nakışçılıkta çok ileri bir sanata ulaştıkları görülmektedir
Cennet Bursa veya Yeşil Bursa diye de anılan kentteki tarihi eserlere bakacak olursak:Osmanlı Devleti Sultanlarından Orhan Bey zamanında yapılan eserler; Orhan Camisi, Alaaddin Camisi, Ahi Hasan Mescidi’dir. Osmanlı Devleti Sultanlarından Birinci Murat Hüdavendigar zamanında yapılan eserler; Hüdavendigar Camisi, Şehadet Camisi,Kadızade-i Rumi tarafından yaptırılan Kavaklı Mahallesindeki Cami, Koca Naib Camisi, Hayrettin Paşa Camisi, İzzeddin Camisi ve Kara Ali Camisi’dir. Osmanlı Devleti Sultanlarından Yıldırım Beyazıt zamanında yapılan eserler; Yıldırım Camisi, Ali Paşa Camisi, Demirtaş Camisi, Ertuğrul Camisi, Gazi Timurtaş Mescidi, Molla Fenari Camisi, Somuncu Baba Camisi ve Fırını ile meşhur Ulu Cami’dir. Osmanlı Devleti Sultanlarından Çelebi Sultan Mehmet zamanında yapılan eserler; Şaheser Cami ismiyle de anılan, meşhur İznik çinileriyle süslü, mimarı Hacı İvaz Ağa olan ünlü Yeşil Cami, Selçuk Hatun Camisi ile Bedrettin Camisi’dir. Osmanlı Devleti Sultanlarından İkinci Murat zamanında yapılan eserler; Muradiye Camisi, Abdal Camisi ve Zeyniler Camisi’dir. Osmanlı Devleti Sultanlarından Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılan eserler; Zeyniler Camisi’nin yakınındaki çeşme, Akbıyık, Veli Şemseddin Camileri başta olmak üzere 19 camidir. Osmanlı Devleti Sultanlarından İkinci Beyazıt zamanında yapılan eserler; Molla Arap Koca Hanı Mescidi, Emir Sultan Camisi, Üftade Camisi ve İsmail Hakkı Tekkesi’dir.
Bu cami ve külliyelerin yanı sıra görülmeye değer yüzlerce tarihi eser daha vardır. Osman Gazi Türbesi, Orhan Gazi Türbesi başta olmak üzere Padişah türbeleri; Lala Şahin Medresesi, Hüdavendigar Medresesi başta olmak üzere medreseler; Orta Köy ve Issız Kervansarayları; Kaza Hanı, Pirinç Hanı, İpek Hanı başta olmak üzere hanlar ve Kapalı Çarşı ile Bedesten Çarşısı, Bursa’nın görülmeye değer diğer şaheserleridir.
Ayrıca, çok yaşlı çınarlar, Bursa Kalesi, tarihi yollar ve köprüler,imaretler, başta Işıklar Askeri Lisesi binası olmak üzere tarihi okul binaları, Arkeoloji Müzesi, Türk İslam Eserleri Müzesi ile Atatürk ve Kültür Müzesi görülmeye değer zenginliklerdir.
Bursa; anlatılmakla bitmeyecek tarihi, kültürel ve doğal güzellikleri ile dünyadaki sayılı şehirlerden ve özgün tarihi başkentlerden biridir.
Yeşil Bursa, tarihi şahsiyetleri ile de dikkat çeken bir kenttir. Karacabey, Geyikli Baba, Bursalı Mehmet Tahir, Eşrefoğlu Rumi, Gazi Ahmet Muhtar Paşa, Hacı İvaz Paşa, İsmail Hakkı Bursevi, Üftade Mehmet Muhyiddin, Vani Mehmet Efendi ve İstanbul’un fethinde surlara Türk bayrağını diken Ulubatlı Hasan, yüzlerce ünlü Bursa’lı kahraman, şair, düşünür ve bilim adamlarından sadece birkaçıdır.
KAYNAKÇA
- Yılmaz ÖZTUNA, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul, 1979
- İsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1988
- Ali SEVİM- Yaşar YÜCEL, Türkiye Tarihi, Ankara- 1990
- Ali GÜLER- Suat AKGÜL, Türklük Bilgisi, Ankara, 2001
- Ali SEVİM, Anadolunun Fethi, Ankara, 1988
- Yeni Rehber Ansiklopedisi,4. Cilt, İstanbul
- Ekmeleddin İHSANOĞLU, Modern Türkiye ve Osmanlı Mirası,(Derleyen: Hidayet Yavuz Nuhoğlu,Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim, Milletlerarası Kongre-Tebliğler, IRCICA) İstanbul, 2001
- Berke İNEL, Osmanlı İmparatorluğunda Kültürel ve Eğitimsel Yaşamda Güzel Sanatların Yeri, Modernleşme Süresinde Batının Etkisi, (Derleyen: Hidayet Yavuz Nuhoğlu,Osmanlı Dünyasında Bilim ve Eğitim, Milletlerarası Kongre-Tebliğler, IRCICA) İstanbul, 2001
arihte TÜRK Devletlerine Başkentlik Yapmış Şehirler 4 (Diyarbakır - Artuklular)
Tarih Boyunca Türk Başkentleri arasında yer alan Diyarbakır ve Hasankeyf, Artuklular Devleti’ne başkentlik yapmıştır. Tarih içinde bir Türk şehri özelliği kazanan Diyarbakır, bugün de Türkiye Cumhuriyeti devletinin önemli bir şehridir.
Artuklular Devleti, Anadolu’nun 1071 yılında Türkler tarafından fethinde büyük hizmetleri geçen Oğuz Türkleri’nin Döğer boyundan Artuk Bey’in çocukları tarafından kurulmuştur. Doğu Anadolu’da Hısnı Keyfa diğer adıyla Hasankeyf ve Amid diğer adıyla Diyarbakır; Mardin ve Meyyafarikin diğer adıyla Silvan ile Harput’ta üç kol halinde hüküm süren bir Türkmen hanedanlığı olan Artuklular’ın kurucusu Artuk bin Eksük Bey’dir.
Artuk Bey, Sultan Alparslan’ın hizmetinde bulunmuş ve 1071 yılında Malazgirt Savaşı’na katılmıştır. Hısnıkeyfa Artuklular’ının başkenti önce Hasankeyf iken, sonra başkent Diyarbakır’a taşınmıştır. Anadolu’nun Türkleşmesinde önemli hizmetleri olan Artuk Bey, önce Bahreyn Seferi’ne çıkmış ve daha sonra Filistin’i hakimiyeti altına almıştır. Kudüs’ün hakimiyetini de eline alan Artuk Bey, 1091 yılında ölmüştür. Artuk Bey’in ölümünden sonra oğullarından Muinüddin Sökmen, Hısnıkeyfa yani Hasankeyf’te hanedanın birinci kolunu 1102 yılında kurdu. Bu esnada Haçlılar, Urfa, Antakya, Trablus ve Kudüs gibi kentleri ele geçirmiş, Mardin ve Harran bölgelerine de saldırılarda bulunuyorlardı. Hısnıkeyfa Artuklular’ının kurucusu Sökmen Bey, Urfa Haçlı Kontu Joscelin ile Kudüs Kralı Baudouin kumandasındaki Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Sökmen Bey, 1104 yılında yolda öldü.
Sökmen Bey’den sonra yerine oğlu İbrahim Bey geçmiş, ancak çok iyi bir yönetim gösteremeyerek, Mardin’de hakimiyetini kuran amcası İlgazi’ye tabi olmuştur. Daha sonra Davut ve Kara Arslan dönemlerinde Anadolu Selçukluları’na tabi olan Artuklular, Nureddin Muhammed devrinde Eyyubi Devleti’nin egemenliğine girmişlerdir. 1231 yılında Hasankeyf ve Diyarbakır üzerine sefere çıkan Eyyubi Hükümdarı Melik Kamil, Artuklular’ın bu koluna son vermiştir. Hısnıkeyfa ve Amid Artukluları, kurucusundan dolayı Sökmenliler diye de anılır.
Hısnıkeyfa Artukluları’na başkentlik yapan Hasankeyf, Batman il merkezine 37 kilometre uzaklıkta tarihi bir yerleşim birimidir. Kuzeyinde uzanan Raman sıra dağları ile güneyindeki dağlar arasındaki vadi içerisinde akan Dicle nehri kenarında yer alan Hasankeyf, Dicle Nehri’nin ihtişamıyla, tarih fışkıran bir yerleşim yeridir.
Hasankeyf, Müslümanlar tarafından, fethedilmek için birçok kez kuşatılmıştır. İslam Peygamberi Hazreti Muhammed’in akrabası Cafer’i Tayyar’ın oğlu imam Abdullah ile ünlü komutan Varkenna, Hasankeyf kuşatması sırasında Hicri 651 yılında şehit düşmüşlerdir. Mezarları Hasankeyf’tedir. Hasankeyf İslam hakimiyetine girdikten sonra sırasıyla; Abbasilerin, Hamdanilerin, Mervanilerin eline geçmiştir. Türkler tarafından Hasankeyf’in fethi 1071 Malazgirt Meydan Muhaberesinden sonra olmuştur. Hasankeyf önce Artukoğullarına, sonra onların Amid yani diğer adıyla Diyarbakır’ı fethetmeleri üzerine her iki ülkeye 130 sene başkentlik yapmıştır. Bu Türk devleti, 1231 yılına kadar şehri imar etmiştir. O devirden kalan; Dicle köprüsü, büyük ve küçük saray, kale kapıları ayakta kalan yapılardır. Artuklular’ın burada para bastıkları, ele geçen sikkelerden anlaşılmaktadır.
Bugün Hasankeyf’te ayakta olan pek çok yapı Artuklular devrine aittir. Sultan Süleyman Cami, Kale diğer adıyla Ulu Cami, Koç Cami, El-Rızk Cami, İmam Abdullah Zaviyesi, Kızlar Cami bu devre ait yapılardır.
1461 ila 1482 yılları arasında Akkoyunlu hakimiyetine giren Hasankeyf’te bulunan Zeynel Bey Türbesi, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın oğlu Zeynel Bey’e aittir.
Hasankeyf, 1516 yılından itibaren ebedi olarak Osmanlı Devleti kanalı ile Türklerin hakimiyetine girmiştir. Türkler, kenti kısmen harap olmuş ve eski önemini kaybetmiş halde bulmuşlardır.
Tarih boyunca Amida, Amid, Kara-Amid, Diyar-Bekr, Diyarbekir, Diyarbakır adlarını alan kent Güneydoğu Anadolu bölgesinin orta bölümünde, Elcezire denilen, Mezopotamya'nın kuzey kısmındadır. Milattan Önce 3. Binde kente Hurri-Mitaniler'in egemen olmuşlar ve daha sonra Milattan Önce 1260'a dek egemenliklerini sürdürmüşlerdir. Hurri-Mitaniler'den sonra sırasıyla Asurlular, Aramiler, Urartular, İskitler, Medler, Persler, Makedonyalılar, Selevkoslar, Partlar, Büyük Tigran İdaresi, Romalılar, Sasaniler, Bizanslılar, Emeviler, Abbasiler, Şeyhoğulları, Hamdaniler, Mervaniler, Selçuklular, İnaloğulları, Nisanoğulları, Artuklular, Eyyübiler, Moğollar, Akkoyunlular, Safeviler ve Osmanlılar Diyarbakır'a egemen olmuşlardır. Bu uygarlıklar içerisinde, Diyarbakır'da en fazla tarihi eser bırakanlar; Abbasiler, Mervaniler, Selçuklular, Artuklular ve Osmanlılar olmuştur. Diyarbakır sadece Roma-Bizans değil aynı zamanda Müslüman, Pers, Arap ve Türk devletlerinin zengin tarihi ve kültürel değerlerini taşıyan ortak bir kültür mirası olarak günümüze kadar gelmiştir. Özellikle surlarda birçok medeniyetlerin izlerini kitabe, süsleme, figür, kapı veya görkemli burç şeklinde en canlı şekilde görebilmekteyiz.
Diyarbakır’ın tarihi ve turistik yerlerine kısaca göz atacak olursak, şunları görmekteyiz: Tarihi Diyarbakır Kalesi’nin yanı sıra, başlıca Türk-İslam eserleri; Ulu Cami, Kale Cami diğer adıyla Hazreti Süleyman-Nasıriye Camii, Melik Ahmet Paşa Cami, İskender Paşa Cami , Hüsrev Paşa Cami, Nebi Cami, Fatih Paşa Cami, Hoca Ahmet Cami, Ali Paşa Cami, Behram Paşa Cami, Nasuh Paşa Cami, İsmail Paşa Cami, İbni Sina Cami, Safa Cami ve Lala Bey Camii’dir. Ayrıca medrese olarak; Mesudiye Medresesi ve Zinciriye diğer adıyla Sincariye Medresesi’ni görmekteyiz.
Diğer tarihi eserler ise; Dicle Köprüsü diğer adıyla On Gözlü Köprü, Devegeçiti Köprüsü, Malabadi Köprüsü, Deliller diğer adıyla Hüsrev Paşa Hanı ve Hasan Paşa Hanı’dır.
Türkiye’nin güzide şehirlerinden ve tarihi Türk başkenti olan Diyarbakır; Arkeoloji Müzesi, Kültür Müzesi diğer adıyla Cahit Sıtkı Tarancı Evi, Ziya Gökalp Müzesi, İçkale Müzesi, Virantepe ve Artuklu Sarayı, Artuklu Kemeri, Aslanlı Çeşme ile tarihi ve turistik bir bölge olarak dikkatleri çekmektedir.
Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Diyarbekir’e 1937 yılında yaptığı bir konuşmayla Diyarbakır adını veren Ulu Önder Atatürk’ün 1917 yılında II. Ordu Komutanı iken karargah olarak kullandığı bina, 1973 yılında düzenlenip Atatürk Müze ve Kütüphanesi olarak hizmete açılmıştır. Diyarbakır, bu müze ve tarihi eserleri ile Türkiye’nin gözde kentlerindendir.
Diyarbakır’da yetişen, Türk düşünce ve kültür hayatına katkılarda bulunan bazı isimleri ise şöyle sayabiliriz: Ahmed Mürşidi, Ali Emiri, Amidî diğer adıyla Ebu’l Kasım, Ebu’l Hasan Seyfüddin El-Amid, Hattat Hamid Aytaç, Cemili, İbrahim Gülşeni, İbn-ül Ezrak, Molla Çelebi, Müderris Ragib, Nesimi, Said Paşa, Süleyman Nazif, Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı, Sezai Karakoç ve Celal Güzelses’tir.
KAYNAKÇA:
- Osman Turan, Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 2004
- Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, Ankara, 2000
- İbrahim Kafesoğlu, Hakkı Dursun Yıldız, Erdoğan Merçil, Müslüman Türk Devletleri Tarihi, İstanbul, 1999
- Ali Güler, Suat Akgül, Türklük Bilgisi, Ankara, 2001
- Ersin Güngördü, Türkiye’nin Turizm Coğrafyası, Ankara, 1995
Blog Listem
-
Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele - Benzerlikler ve Farklar - http://www.herkulmillas.com/index.php?option=com_content&view=article&id=186%3Atuerk-ve-yunan-edebiyatnda-muebadele-benzerlikler-ve-farklar-&catid=63%3Aki...1 yıl önce