kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kültür etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ağustos 2009 Çarşamba

3 rumeli şairi ve 3 ezan şiiri emri bülendsin ..olanı en enteresanı ezanı bir davet değil bir emir olarak görmesi ise hepten ilk ve orijinal bir tesbi

Yahya Kemal, Mehmet Akif ve Tevfik Fikret'in Eserlerinde Ezan


Bin yıldan beri günde beş defa semalarımızda dalgalanan ezan, modern Türk edebiyatında pek çok şair ve yazarımıza ilham kaynağı olmuş, ezanı konu edinen birçok şiir ve yazı kaleme alınmıştır. Fakat bunlar içinde bize göre en güzel olanı, Yahya Kemal Bayatlı'nın; "Ezân-ı Muhammedî" şiiri ile "Ezansız Semtler" adlı makalesidir.

Yahya Kemal, "Ezân-ı Muhammedî"(1) adlı şiirine

Emr-i bülendsin ey ezân-ı Muhammedî
Kâfî değil sadâna cihân-ı Muhammedî


beytiyle başlar.

O, bu mısralarda ezanı; yüce, yüksek bir emir, Allah'ın buyruğu olarak görür. Ezan aynı zamanda, "emir" kelimesinin ikinci anlamıyla yüce bir hâdise, çok büyük bir vakıadır. Çünkü ezan, Müslümanları sadece namaza davet eden, çağıran bir ses değildir.

Ezan, namaza çağrıyla birlikte, Allah'ın büyüklüğünü, yüceliğini, azametini ilan eder; Allah'ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed'in O'nun resulü olduğunu duyurur.
İnsanları ebedî kurtuluşa çağırır.

Sabah ezanı ise, diğer ezanlardan farklı olarak; namazın, Allah'a kulluğun, uykudan hayırlı olduğu ikazını yapar. Ve sonunda tekrar bütün insanlığa ve kâinâta, Allah'ın en büyük olduğunu, büyüklerin büyüğü olduğunu ve hayatta ondan başka tapacak, ibadet edilecek, kulluk yapılacak hiçbir şey bulunmadığını hatırlatır.

Beş vakit farklı makamlarla ve güzel bir sesle okunan ezan, insana tabiat ve varlığın gelip geçici, fâni yüzünü gösterir, hayattaki gerçek yerini düşündürür. Sonu gelmez, boş hırslar peşinde koşmanın mânâsızlığını tefekkür ettirir.

Ezan aynı zamanda, Müslümanların o ülkede hür olarak yaşadıklarının bir sembolü olarak görülmüştür. İşte bu yüzdendir ki, İstiklâl Marşı şâirimiz Mehmet Akif Ersoy da, İstiklâl Marşı'mızda ezana bu açıdan bakmış, onu hürriyetimizin, istiklâlimizin sembolü olarak görmüş ve hak, hürriyet, istiklâl, vatan, yurt sevgisi gibi mukaddes kavramlarla birlikte, mâbed ve ezanı da saymış, onu da bağımsız ve hür yaşamanın olmazsa olmaz şartlarından biri olarak görmüştür:

Rûhumun senden İlâhî şudur ancak emeli:
Değmesin mâbedimin göğsüne nâ-mahrem eli;
Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli,
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.


Yahya Kemal, işte böyle derin mânâlar ifade eden, çağrıştıran ezan sesine, İslâm dünyasının (ezanı muhammediye cihanı muhammedinin)kâfi gelmediğini, İslâm âleminin bu sadâya dar geldiğini düşünmüştür. Ona göre, ecel I. Selim (Yavuz Sultan Selim)'i genç yaşta almayıp, bütün dünyayı Şan-ı Muhammedi Muhammedî Şan (ezan sesi) fethetmeliydi.

Sultan Selim-i Evvel'i râmetmeyüp ecel
Fethetmeliydi âlemi şân-ı Muhammedî


Yahya Kemal'in gözünde Yavuz Sultan Selim bir cihan hükümdarıydı. Eğer ömrü yetseydi o, bütün dünyayı fethedecek, İslâmı bütün dünyaya yayacak, Muhammedî Şânı (ezanı) dünyanın her yerinde okutturacak bir kahramandı.

Şiirlerinde kişileri yüceltmeyen, sadece Türk milletinin kolektif dehasını ve bu dehanın meydana getirdiği medeniyetin ebedî değerlerini öven Yahya Kemal'in (2), Yavuz Sultan Selim'i bir istisna olarak görmesi, onun için bir şiir değil, birçok şiir yazması, onu "Türklük'ün timsali" olarak görmesi (3), Selimnâme'yi kaleme alması işte bu yüzdendir.

Yahya Kemal'in şiirinde yüzbinlerce minâreden yükselen ezan sesleri, gökyüzünü nura garkeder. Bu arada Muhammedî rûh kanat çırpar. Bambaşka manevî bir âlem oluşur:

Gök nûra garkolur nice yüzbin minâreden
Şehbâl açınca rûh-ı revân-ı Muhammedî


Mehmet Akif'in "Ezanlar" (4) adlı şiirinde de benzer bir tabloyla karşılaşırız. Orada da bu İlahî ses, bütün cihanı sarsar. Ezan sesi gökyüzüne yayılınca her taraf nura garkolur. Ve gece karanlığında sadece cânân görülür, her yer Allah'ın varlığıyla dolup taşar. Allahu Ekber haykırışı Mevlâ'ya yükselince, varlığın o karanlık sinesi Sînâ'daki tecelli makamına döner. Allah bütün azametiyle ve hâkimiyetiyle hissedilir. Mesafeler her an onu anan sözlerle çınlar. Ezanlar, tesbihler, zikirler hep o hâkimiyete duyulan saygının ifadesidir.

Ne lâhûtî sadâ "Allahu Ekber!" sarsıyor cânı...
Bu bir gülbank-ı Hakk'tır, çok mudur inletse ekvânı?
Bu lâhûtî sadâ çıktıkça çûşa-cûş olup yerden,
İner esrâr-ı kudret kibriya tavrıyla göklerden,
Bütün âheng-i hilkât yâd ederken Hakk'ı ezberden,
Vicâhî feyz alır artık o nûru'n-nûr-ı ezherden:
Hüveydâ şimdi cânândır seherden, şâm-ı esmerden!
......
Döner, "Allahu Ekber" cûşu yükseldikçe Mevlâ'ya,
O muzlim sine-i hilkat tecellîzâr-ı Sînâ'ya!
Senin, dem geçmiyor, yâdınla leb-rîz olmadan eb'âd!
Ne müdhiş saltanat yâ Râb, nasıl âsûde istibdâd!
O istibdâda hürmettir ezanlar, subhalar, evrâd..


Fakat Yahya Kemal, duygularını Mehmet Akif'e göre daha yoğun ve sanâtkârâne bir üslupla ifade etmiştir (5). Ayrıca Akif, "Ezanlar" başlıklı şiirini maalesef diğer şiirlerine göre daha ağır bir dille yazmış olduğundan, bu şiirin geniş kitleler üzerindeki tesiri Yahya Kemal'in "Ezân-ı Muhammedî" şiiri gibi kuvvetli olmamıştır.

Hayatının bir döneminde imanını kaybeden Servet-i Fünûn şâiri Tevfik Fikret bile, ezanı anlatan bir şiir yazmıştır. "Sabah Ezanında" (6) adını taşıyan bu şiirde Fikret, Allahü Ekber sesleri semâyı sararken bütün tabiatı ulvî bir sessizlik içinde, Allah'a ibadet ediyor görür:

Allahü Ekber... Allahü Ekber...
Bir samt-ı ulvî: Güyâ tabiat
Hâmuş hâmuş eyler ibadet.


Gizli ve görünen, aydınlık ve karanlık bütün âlemler sanki inleyen bir sükût içinde devamlı bir şekilde Yaradan'ı zikretmektedir:

Allahü Ekber... Allahü Ekber...
Bir samt-ı nâlân: Güyâ avalim.
Pinhân u peydâ, nevvâr u muzlim;
Etmekte zikr-i Hallâk'ı daim.


Tabiatın kalbi âdetâ ulvî bir sükût içinde, âlemlerin rûhu inleyen bir sessizlik içinde dâima Allah'ı anmakta, derin bir ürpertiyle Yaradan'a kulluk etmektedir:

Allahü Ekber... Allahü Ekber...
Bir samt-ı ulvî: Kalb-i tabiat,
Bir samt-ı nâlan; Rûh-ı avâlim,
Etmekte zikr-i Hallâk'ı dâim,
Etmekte ra'şan ra'şan ibadet.


Fikret'in yukarıdaki şiirinde dikkat çekici olan şey, ibadet edenin insan değil tabiat olmasıdır. Rübâb-ı Şikeste şâiri, "insana has vasıfları tabiata izafe ederek, onu beşerî bir varlık gibi duygulu kılmıştır." (7)

Yahya Kemal'in şiirinde ise ezan sesi arşa yükselip akseyleyince bütün ruhlar büyük Allah'ı görürler:

Ervâh cümleten görür Allahu Ekber'i
Akseyleyince arşa lisân-ı Muhammedî


Yahya Kemal, bu şiirinde Tevfik Fikret gibi tabiatı değil, insanı ön plâna çıkarır. Şiire baştan sona yaşayanlar ve ölenlerle birlikte insan hâkimdir. Ölüsü ve dirisiyle bütün insanlar, "ezân-ı Muhammedî", "şân-ı Muhammedî", "rûh-ı revân-ı Muhammedî", "lisân-ı Muhammedi" ve "beyân-ı Muhammedî" karşısında mest ve sermesttir. Şair ezân-ı Muhammedî'nin güzelliği, tesiri, ulvî havası içinde bu duygularını dile getirdiği şiirini, çok sevdiği annesinin Üsküp'teki kabrine güzel bir armağan olarak sunar:

Üsküp'te kabr-i mâdere olsun bu nev-gazel
Bir tuhfe-i bedî ü beyân-ı Muhammedî


Yahya Kemal'in "Ezân-ı Muhammedî" başlıklı bu güzel şiirini, annesinin ruhuna hediye etmesi tesadüfî değildir. Ezân-ı Muhammedî şâiri, hâtıralarında kendisinin "hem dinî, hem de millî terbiyesi üzerinde şiddetle müessir olan" kişinin annesi olduğunu ısrarla belirtir:

"Lâkin benim hem dinî hem de millî terbiyem üzerinde daha şiddetle müessir olan, annemdir. Annem çok Müslüman bir kadındı. Muhammediye okur, bana Kur'an öğretirdi. Annem, Yazıcızâde'yi sabah namazlarını kıldıktan sonra okurdu. Beyaz başörtüsü ile, elindeki kitaba imanla eğilişini hâlâ görür gibiyim" (8).

Böyle bir annenin çocuğu olan Yahya Kemal'in ezana karşı bakışı da milletinin inançlarına uygun olmuştur. O, ezan-ı Muhammedî'nin çocukluğunda ve daha sonraki yıllarda üzerindeki tesirini yine hâtıralarında şöyle anlatır:

"O yaşlarımda ben, Üsküp minârelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minârelerde ezan başladığı zaman, evimizde rûhanî bir sessizlik olurdu. Galiba Üsküp'ün sokaklarında da böyle bir rüzgar dolaşır, bütün şehri bir mâbed sükûnu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları ism-i Celâl'le kımıldardı. Bin üç yüz sene evvel, Hazret-i Muhammed'in Bilâl-i Habeşî'den dinlediği ezan, asırlarca sonra bizim semâmızda hem dinî, hem millî bir musikî olmuştu. O anda semamızın mağfiret âleminden gelen ledünnî bir sesle dolduğunu hissederdim.

Bu sesler beni bütün ömrümce bırakmış değildir. Müslüman çocuklarının dinî terbiyesinde ezan seslerinin büyük tesirine inanırım... Ben Paris'te iken bile, hiç münasebeti olmadığı halde, kulaklarıma Üsküp'teki ezan seslerinin bir hâtıra gibi aksedip beni bir nostalji içinde bıraktığını hissettiğim anlar olmuştur" (9).

Yahya Kemal ezanla ilgili görüş ve düşüncelerini, Tevhid-i Efkâr gazetesinde yayımladığı ve daha sonra Aziz İstanbul adlı eserinde kitaplaşan, "Ezansız Semtler" başlıklı makalesinde de ayrıntılı bir şekilde ortaya koyar. O, Türk çocuklarının millî ve dinî terbiyesinde "ezan ve Kur'an seslerinin tılsımlı tesirine" inanır (10).

"Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derece nasib alabiliyorlar mı? O semtler ki minâreler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilemez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?

İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur'an'ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitabullâh'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir'i dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.

Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları, ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocuklarının en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez"(11).

Yahya Kemal, daha sonra atalarımızın İstanbul'da Türk ve Müslüman olmayanların yani Avrupalıların oturduğu semtleri nasıl millîleştirdiğini derin bir nostalji içinde şöyle anlatır:

"Ah büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nûru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minâre, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır; hasılı o toprağın o köşesi imana gelirdi...

Cedlerimiz, frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfûz ederlerdi." (12)


Yahya Kemal'in yukarıdaki şiiri, hâtırâları ve makalelerinden açıkça anlaşılmakta, görülmektedir ki, ezan sadece Müslümanları namaza davet eden bir ses, bir çağrı değildir.

Ona ve Türk milletine göre ezan:

1. Dinî ve millî bir mûsikîmizdir.
2. İnsanların millî ve dinî terbiyesinde, kendilerini Müslüman olarak hissetmelerinde önemli bir tesiri hâizdir.
3. Ezan sesi, insana dünyanın fâniliğini, her şeyin gelip geçiciliğini ihtar eden, onu boş ve âdi hırslardan arındıran ilahî bir ikazdır.
4. Ezanın insan üzerinde, onu bu fâni âlemden alıp, ledünnî bir âleme götüren mânevî bir etkisi vardır.
5. Ezan sesleri insana, Yaradan'ın affediciliğini hatırlatır.
6. Ezanın insana en büyük olanın Allah olduğunu hatırlatan, insanı kibir, gurur ve enaniyetten uzaklaştıran önemli bir rolü söz konusudur.
7. Ezan, bizim toplumumuzda tarih boyunca insanımız tarafından kendi değerlerine, kültürüne uygun bir ortamda yaşadığının bir ifadesi, bir delili olarak görünmüş, ona; "Ben kendi memleketimdeyim, kendi değerlerime saygı gösterilen bir ortamda yaşıyorum." duygusunu vermiştir.
8. Ezan, insanımız tarafından yüzyıllarca, mânevî bir inşirahın, ferahlamanın, huzurun kapılarını aralayan îlâhî bir çağrı olarak algılanmıştır.
9. Yeni nesillerin millî ve dinî terbiyesinde ezan seslerinin psikolojik büyük bir tesiri vardır. Yeni yetişen nesiller, müslümanlığın çocukluk rüyasını onunla görürler. İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu müslüman rüyasıdır ki, bizi bir millet halinde tutar. Bizi biz yapar, bizi Türk yapar. Dağılmaktan, parçalanmaktan, millî bütünlüğümüzü kaybetmekten kurtarır.

Türkiye'de, Türk toplumu ve Türk kültürü üzerinde böylesine derin tesirleri olan ilâhî bir çağrının önemini, bugün bile anlayamayan, kavrayamayan bazı aydınların olması, yüzyıllardır devam eden Batılılaşma mâcerâsı içinde, onların içinde yaşadıkları toplumun kültürüne ve değerlerine ne kadar yabancı kaldıklarının hüzün verici bir göstergesidir.

Kaynaklar
1. Yahya Kemal Beyatlı, Eski Şiirin Rüzgarıyla, 2. Baskı, İstanbul, 1974, ss. 43-44.
2. Bu konuda geniş bilgi için bk. Ömer Faruk Akün, "Osmanlı Tarihi Karşısında Yahya Kemal'in Şiiri", Ölümünün Yirmibeşinci Yılında Yahya Kemal Beyatlı, Ankara, 1983, ss. 63-80. Rıza Bağcı, "Yahya Kemal'in Şiirlerinde Türk Tarih ve Medeniyeti", Bizim Edebiyatımız, İzmir, 1997, ss. 135-142
3. Yahya Kemal Beyatlı, İleri, Nr. 1453, 8 Kanunisâni 1338/1922.
4. Mehmet Akif Ersoy, Safahat Orijinal Metin-Sadeleştirilmiş Metin- Notlar, C.1 (Hazırlayanlar: Ömer Faruk Huyugüzel, Rıza Bağcı, Fazıl Gökçek), İstanbul, 1994, ss. 200-205
5. Zeynep Kerman, "Üç Ezan Şiiri", Yeni Türk Edebiyatı İncelemeleri, Ankara, 1998, s. 170.
6. Tevfik Fikret, Rübâb-ı Şikeste ve Diğer Eserleri, (Tertip ve telif eden Fahri Uzun) İstanbul, 1973, s. 358
7. Kerman, "Üç Ezan Şiiri", Yeni Türk Edebiyatı İncelemeleri, s.169
8. Nihat Sami Banarlı, Nihat Sami Banarlı'nın Kaleminden Yahya Kemal, Bir Dağdan Bir Dağa, İstanbul, 1984, s.17.
9. y.a.g.e. ss. 17-18.
10. y.a.g.e.s. 18.
11. Yahya Kemal Beyatlı, "Ezansız Semtler", Aziz İstanbul, 3. Baskı, İstanbul, 1974. ss. 121-122.
12. y.a.g.e.s.122.

19 Şubat 2009 Perşembe

Urumeli de neden yakın akraba evlilğinden uzak durulur? Bunun dini ve tıbi temelleri var mıdır?

Yakın akraba evliliğinin dinen sakıncası var mıdır ? Osmanlı neden dışardan kız almıştır? Peygamber efendimiz neden kızını amcazadesine vermiştir?

Yüce Kitabımız Kur'ân-ı Kerim yakınlık cihetiyle evlenilmesi haram olan kadınları açıklamıştır. Bunlar, kızkardeş, hala, teyze gibi yakın akrabalardır.

Bunların dışında kalan amca, dayı, hala ve teyze kızlarıyla evlenmeye ruhsat vermiştir.

Peygamber Efendimiz de bu ruhsatı kendisi ve yakınları üzerinde de kullanmıştır.

Bilindiği gibi, Peygamberimizin hanımlarından Zeyneb binti Cahş,halasının kızıydı. Ayrıca kendi kızı Hz. Fâtıma'yı amcası oğlu Hz. Ali'ye nikahlamıştı. Çünkü zeka ruh vb özek niteliklerde genetikle geçer. Eğer akrabalar arasında hastalık yoksa ;yakın akraba evliliğinde çocuklardaki üstün bedeni ve ruhi yeteneklerin geçmesi daha fazla olmaktadır. Yahudilerde akraba evliliği vardır.Çünkü onlar zekanın geçmesini beklerler. Daha zeki çocuk olsun diye. Ama şeker hastalığı varsa o da akrab evliliğinde daha fazla geçer.vb.

Dinimizde her ne kadar böyle bir ruhsat mevcutsa da, birtakım irsî ve sıhhî mahzurlarından dolayı bazı hadislerde yakın akraba ile evliliğin tavsiye edilmediğini görmekteyiz.

Imam-ı Gazali Hazretleri,

sünnet ölçüleri içinde evlenecek eşlerde aranan vasıflarısayarken, cinsî duygunun zayıf olacağından dolayı kızın yakın akrabalardan olmamasını da zikreder.

"Pek yakınınız olan bir kadınla evlenmeyin; çünkü çocuk zayıf, çelimsiz olur"(1) hadis-i şerifine yer verir.

İşte bu mahzur göz önüne alınarak, çok yakın akraba ile evlenilmesi tavsiye edilmemektedir.

Yine bu hususta, "Yabancılarla evlenin, yakınlarınızla evlenmeyin"(2) mealindeki hadis de bu hikmetleri nazara vermektedir.

Bu meselede ehemmiyetli bir mahzur da, zamanla eşler arasında bir geçimsizlik olduğu takdirde, akrabalar arasında devam etmesi gereken manevî bağların zayıflamaya yüz tutmasıdır.

Hadis îmamlarından Deylemî'nin bir rivayetinde, akraba ile evliliğin sıla-i rahim bağlarının kopmasına sebep olacağı bildirilmektedir.

Bütün evliliklerde olduğu gibi bilhassa akraba ile olan bir evlilikte kan uyuşmazlığının tespit edilmesinin sıhhî bir tedbir olarak düşünülmesinde büyük fayda vardır.

Başta da söylediğimiz gibi yakın akraba ile evlilikte esas itibariyle dinî bir yasaklama yoktur. Sözü edilen sıhhî mahzurlar da muhakkak surette olacak diye bir durum da mevcut değildir.

Ancak, çocukta görülebilecek sakatlık ve benzeri hususlar, yabancı kadınla olan evliliğe nispetle akraba evliliklerinde belli bir ölçüde daha fazla müşahede edilmektedir.

1. Terbiyetü'l-Evlâd, 1: 39; ihya, 2: 42.2. Kadı Beydâvî. Gâyetü'l-Gusâ,

2: 721.Kaynak : Mehmet Paksu,

Sorularla İslamiyetYAKIN AKRABA EVLİLİĞİ HAKKINDA

4 Şubat 2009 Çarşamba

Yas yaraşır dervişe..

as Yaraşır Dervişe...| Yazdır | E-mail

İSTANBUL'UN ÜÇ EFENDİSİ

 

Günümüz İstanbul'un da eski İstanbullular'ın en sık ziyaret ettikleri semt Koca Mustafa Paşa'dır. Özellikle Ramazan ayı boyunca Koca Mustafa Paşa, İstanbul'un içinden ve dışından gelen binlerce misafirle dolar taşar. Bu ziyaretçilerin ilk uğrakları, semtin merkezinde yeralan Ramazan Efendi Camii'dir. Ünlü mutasavvıflardan Ramazan - ı Mahfi'nin türbesi, adıyla anılan camisi gezilirdi. Camii'nin en büyük özelliği, iç duvarlarının İznik çinilerinin en görkemli dönemi 16. yüzyıla ait mercan kırmızısı çiniler ile kaplı olmasıdır.

Ramazan Efendi Camii'nin ardından ziyaretçilerin uğrak yeri Sümbül Efendi Camii'dir. Sümbül Efendi ve kurduğu Sümbüliyye tarikatinin şeyhlerinin mezarları bu caminin avlusunu çepeçevre saran türbelerdedir. Sümbül Efendi, İkinci Beyazıt döneminde padişahın daveti üzerine İstanbul'a yerleşen Halveti şeyhi Çelebi Halife'nin damadıdır. Kayınpederinin ölümü üzerine onun makamına oturmuş ve kendi adıyla anılan tarikati kurmuştur.

Asıl adı Sinan olmasına rağmen Sümbül Efendi adıyla anılmıştır. Çiçeklere, tabiata sevgisiyle şöhret bulan Sümbül Efendi'ye şeyhlik yolunu da çiçekler açmıştır. Sümbül Efendi ve arkadaşları bir gün şeyhiyle birlikte kırlara çıkar. Şeyh herkesten çiçek toplayıp getirmesini ister. Efsaneye göre bütün dervişler en güzel çiçekleri bularak şeyhlerine hediye ederler. Ancak Sümbül Efendi, elinde sararıp - solmuş, kurumuş bir çiçekle çıkagelir. Şeyh niye böyle bir çiçeği kendisine hediye etmek istediğini sorar Sümbül Efendi'ye. "Hangi çiçeğe yaklaştıysam, onu Allah'ı zikrederken buldum. Sadece bu ölmüştü ve Allah'ı anmıyordu. Onun için size bunu getirdim" der. Bu Sümbül Efendi'nin "kemâle ulaşması"nın işaretidir. Önce hilafet postuna oturur, sonra da Çelebi Halife'nin ölümünün ardından, şeyhlik makamına yükselir.

Sümbül Efendi Camii avlusunda Hz. Hüseyin'in kızlarına ait olduğuna inanılan "Çifte Sultanlar Türbesi" ve yıkıldığında kıyametin kopacağına inanılan kurumuş bir çınar ağacı bulunmaktadır. Bu ağacın yıkılmasının dünyanın sonu anlamına geleceği söylentisi yüzünden olsa gerek ki, ağacın gövdesi bir türbe içine alınmış, dalları için de beton destekler hazırlanmıştır. Yine aynı bahçe de Müslüman olmuş bir Bizans imparatoriçesinin mezarı olduğuna inanılan, "Sıdıka Hatun"nun mezarı da ziyaretçilerin uğrak yeridir.

Ramazan ayı boyunca hem Ramazan Efendi, hem de Sümbül Efendi Camii'nin önünden kalkan dolmuşların üçüncü uğrak yeri Merkez Efendi'dir. Doktorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu döneminde şöhrete kavuşan Merkez Muslihiddin Efendi, Sümbül Efendi'nin damadıdır. İkisi de Halveti şeyhi olmalarına rağmen, Halvetilik içinde yeni kollar kurmuşlardır. Merkez Efendi'nin bugün ziyaretgâh olan mezarı Mevlanakapı'nın karşısında yeralan Merkez Efendi Camii'nin türbesindedir. Caminin mezarlıkların bulunduğu haziresi, 20. yüzyılın belki de en ilginç tarikatlerinden olan "Rıfailer"in önemli isimlerinin mezarlarına da ev sahipliği yapmaktadır.


 

KERBELA’DA NELER YAŞANDI?

 

Hz. Muhammed'in ölümünün ardından Hz. Ebu Bekir halife seçildi. Onun ardından da sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali hilafete geçti. Ancak hem Hz. Osman'ın hem de Hz. Ali'nin hilafet dönemleri iç karışıklıklarla dolu. Bu karışıklıklar sonucunda Hz. Osman, Medine'de şehit edildi. Hz. Ali de halifeliğini tanımayanlara karşı Cemel ve Sıffin'de savaştı. Ordusundan ayrılan Hariciler'le Nayrevan'da karşılaştı. Onları bozguna uğrattı. Ancak bir sabah, namaz kılmak için camiye giderken uğradığı saldırı sonucunda şehit oldu.

Yerine oğlu Hz. Hasan geçse de hilafeti uzun sürmedi. Şam'da o sırada halifeliğini ilan eden Hz. Muaviye ile anlaşarak, halifelikten çekildi. Hz. Muaviye'nin ölümünün hemen ardından ise halifenin seçimle gelmesi kuralı unutuldu. Çünkü Hz. Muaviye yerine oğlu Yezid'i bırakmış ve İslam tarihinde ilk defa bir hanedan oluşturma yoluna gitmişti.

Hz. Ali'nin o sırada hayatta olan diğer oğlu Hz. Hüseyin bu halifeliğin babadan oğula geçmemesi gerektiğini öne sürerek Yezid'e biat etmedi yani bağlılık bildirmedi. Önce Mekke'ye, ardından da Medine'ye gitti. O dönemde Emeviler'in yönetiminden hoşnut olmayan Kufeliler'in isteği üzerine, Medine'den Kufe'ye gitmek için yola çıktı. Yolu Yezid'in Kufe Valisi Ubeydullah bin Ziyad'ın gönderdiği ordu tarafından kesildi. Hz. Hüseyin'in yanında Hz. Muhammed'in soyundan gelen çok yakın akrabaları, çocukları ve yeğenleri yer alıyordu. Karşısındaki ordunun kumandanı ise Ömer bin Sa'd bin Ebi Vakkas'tı. Hz. Hüseyin, Kerbela'da konaklamak zorunda kaldı. Medine'ye geri dönme isteği kabul edilmedi. Birkaç gün sonra ise kafilenin Fırat nehrinden su alması engellendi. 10 Muharrem'de, Yezid ordusunun saldırısı sonucunda içlerinde Hz. Hüseyin'in de bulunduğu 72 kişi öldürüldü. Kafilenin geri kalanı ise esir alındı ve Şam'a gönderildi.

Bu olay İslam tarihinin en önemli dönüm noktası ve trajedisi oldu. Hz. Muhammed'in torunlarına yani Ehl-i Beyt'e karşı yapılan katliam hiçbir zaman unutulmadı. Ehl-i Beyt taraftarları Şia adını aldı. Tüm tarikatler bu olayı anmaya başladı...

Murat ÖZER

İstanbul tekkeleri öldürülmesinin üzerinden yüzlerce yıl geçen Hz. Hüseyin'in yasını tutmayı sürdürüyor.
Kerbela Olayı'nın anısı dervişler tarafından bugün de korunuyor. Dervişler bir ay yemekten, içmekten kesiliyor. Dergâhlarda müzik aletleri rafa kalkıyor. Muharrem'in 10'uncu gününde aşureler hazırlanıyor. Dervişler, Koca Mustafa Paşa Sümbül Efendi Camii'nde buluşup Hz. Hüseyin'e mersiye okuyor.

 

Tekke, derviş, Muharrem, Hasan, Hüseyin... Bu sözcükleri yanyana gördüğünüzde tasavvuftan, tarikatten, dervişten kapı açacağımızı anlamışsınızdır. Günlük hayatta artık çok fazla yeri olmasa da, Türkiye'de, özellikle de İstanbul'da hâlâ pek çok tekke ve dergâh mevcut. Bunların çoğu da sanıldığının aksine, parti ve siyaset dışı, mahalle dergâhları.

İşte bu dergâhlar ve dergâhın takipçileri dervişler, içten içe yüzlerce yıllık bir kültürü yaşatıyor. Söz ettiğimiz sadece haftanın belli günlerinde yapılan zikir ve ayinler değil. Müslümanlar'ı daha derinden etkileyen bir olayın, Muharrem ayında, Hz. Hüseyin'in şehit edilişinin yasını tutuyor dervişler. Ancak televizyonlarda alıştığımız zincirlerle kendini dövme, kılıç ve pala ile kendini yaralamadan uzak bir yas biçimi bu. Günlük hayatı daha derinden etkileyen bir tarzı var bu yasın. Sudan, cinsellikten uzak durulan bir ay Muharrem ayı dervişler için.

Dergâhlarda tarikatin içinde bulunduğu gruba göre farklı zikir türleri var. İki ana gruba ayrılıyor tarikatler; sesli zikir yapanlar, sessiz zikir yapanlar. Kamuoyunun ismini sık sık duyduğu Nakşibendi tarikatında zikir sessiz. Nakşibendi müridleri dua ve zikirlerini sessizce, içinden yapmakta. Kadiri, Cerrahi, Halveti gibi tarikatlerde ise zikir sesli. Yani dervişler, Allah'ın isimlerini yüksek sesle tekrarlayarak ibadet etmekte. Sesli zikir yapılan tarikatlerin pekçoğunda zikir müzik eşliğinde yapılmakta. Özellikle Mevlevilik'te, yapılan ayinlerde müziğin ve müzik aletlerinin inanılmaz bir yeri var. Sesli zikir yapan diğer tarikatler de Mevleviler'den geri kalmaz. Onlarda da ilahi, kaside, gazel okunur zikir sırasında. Kudüm, bendir, kanun çalınır, ney üflenir. Ancak bunların hepsi yılın on bir ayı için geçerli. Muharrem ayının girişiyle birlikte dergâhlarda bir aylığına tüm müzik aletleri rafa kaldırılır.

İsmini vermek istemeyen bir Cerrahi dervişine göre Muharrem'de dervişin hayatından çıkıp giden sadece müzik değil. Muharrem yasını tutanlar hüzünlü durmaya çalışır tüm ay boyunca. Elbette hüzne bir de bedeni zevkleri terk etme eklenir. Evliler eşlerinden vazgeçer. Yılına göre 29 veya 30 gün süren Muharrem, müritlerin cinsel perhizle geçirdikleri bir aydır. Kuvvetli müritler ayın ilk on gününde oruç tutar. Oruç tutmayanlar ise tıka basa yemek yemez, su içmez. Ancak bir insanı ayakta tutacak kadar suya izin vardır. Kerbela çöllerinde susuz şehit olanların anısıdır dervişleri susuz bırakan.

Dergâhın kapısı herkese, her gelene açıktır. Yemek zamanı, mutfakta ne pişerse yer sofralarında ikram edilir. Muharrem'le birlikte yemeklerin tuzu artar. Sadece tuzu arttırmakta kalmaz dervişler. Susuzluğu daha fazla hissetmek için tuz yalayanlar da olur. Sofralara tuz eklenirken, su sürahileri sırra kadem basar. Dervişler evlerindeki sofralarda da sürahi bulundurmaz bir ay zarfınca.

Muharrem boyunca derviş süslenmez, saçlarını taramaz, sakalını traş etmez. Ancak zorunlu hallerde bu davranışlardan taviz verilir. Derviş bir ay boyunca şık giyinmez. Geçmiş yüzyıllarda dervişlerin bir ay boyunca kirli giyindikleri anlatılır dergâhta. Muharrem'in ilk gününde başlayan matem, Hz. Hüseyin'in şehit edildiği onuncu günde zirveye çıkar. O gün tüm müridler siyahlara bürünür...


ÇİFTE "VAV"LI AŞURE

Muharrem'in onuncu gününde yaşananlar elbette sadece siyah giymekle sınırlı değil. Bugünün özel bir yiyeceği var: Aşure. Zaten Muharrem'in 10'u için tasavvuf literatüründe geçen isim "Aşure Günü." Osmanlı devrinden kalma bir adet 10 Muharrem'de aşure yapmak. Ancak o gün yapılan aşureyi diğerlerinden ayıran bir özellik var. 10 Muharrem aşuresi "çifte vav"lı yapılır. Yani kazandaki aşureyi karıştıranlar kepçe ile "vav" harfi çizer kazanın içerisinde. Ebced hesabına göre çifte vav harfi, Allah ismi ile aynı matemaktiksel rakama denk gelir. Dervişin hayatın her anında Allah'ı zikredişinin sembolüdür aşuredeki "çifte vav."

Dergâh veya tekkedeki tüm yemekler aşçının elinden geçerken, Muharrem aşuresi tekkenin statü itibariyle üçüncü adamı olan "Meydancı" tarafından hazırlanır. Meydancı adından da anlaşılacağı üzere, tekkenin idari işleyişini üzerine alan kıdemli bir mürittir. Sabah namazının ardından ocağa konan aşure, şeyhin katılımıyla hazırlanır. Şeyh, günün mânâ ve öneminden dolayı aşure kazanının başına gelir.

Bugün evlerde pişirilmesi adet olan aşure, Osmanlı İmparatorluğu döneminde sadece tekkelerde hazırlanırdı. Ancak İstanbul'da 350'nin üzerinde tekke olması ve hepsinde aynı gün aşure yapılması, kaçınılmaz olarak bir kısmının bozulmasına neden oluyordu. İşte bu yüzden Sultan III. Ahmet aynı gün tüm dergâhlarda aşure yapılmasını yasakladı. Bunun yerine sıra ile hazırlanır oldu 10 Muharrem aşuresi.

Aşure konusunda dün ile bugün arasında bulunan fark bununla sınırlı değil. Eskiden aşure daha akışkan ve sulu yapılırken, şimdi daha katı tutuluyor. Sunumu da günümüzde çok farklı. Bugün tabaklar içerisinde getiriliyor aşure. Oysa Osmanlılar döneminde genellikle porselenden imal edilen "Aşure Sürahileri"nde ikram edilirdi. Her aşure sürahisinin kapaklı, kapaksız bardakları da olurdu.

Bunca değişene rağmen tekkelerin bir diğer değişmeyeni 10 Muharrem'de yapılan ziyaretler. O gün dervişlerin uğrak yeri Koca Mustafa Paşa Sümbül Efendi Camii. İstanbul'un fethinden hemen sonra başlayan Ehl-i Sünnet tarikatlerin Sümbül Efendi Camii ziyaretleri günümüzde de devam ediyor. Öğle namazının öncesinde camiye gelen müritler, öğle namazının ardından mevlide iştirak ediyor. Hemen ardından da sırf bugüne mahsus bir müzik formu olan "Muharremiye"ler okunuyor. O gün Sümbül Efendi Camii, başlarına "arakiye," sırtlarına "haydariye" geçirmiş müritlerle doluyor. Daha kıdemli müritler ise tarikatten tarikate değişen "tac-ı şerif" ve cübbe giyerek törenlere iştirak ediyor.

"Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi o kadar yaygındır ki, pek çok mürit o gün ölmeyi ister. Yaşlı müritlerden Harun Baba isminde bir mühtedinin hikâyesini dinlemiştim. Harun Baba, Hıristiyanlık'tan Müslümanlığa geçen biri. Sonra da Halveti tarikatine girmiş. Şeyhliğe kadar da yükselmiş. Dervişlerine, eğer 10 Muharrem dışında bir gün ölürsem, cesedimi köpeklere atın diye vasiyet etmiş. Hakikaten 10 Muharrem'de, 'Su, su' diye inleyerek vefat etmiş" sözleriyle anlatıyor 10 Muharrem'in dervişler için kıymetini, ismini vermek istemeyen Cerrahi dervişi.


MANASTIRDA PEYGAMBER TORUNU

Bugün de dervişlerin uğrak yeri olan Sümbül Efendi Camii, İstanbul'un en eski dergâhıdır. Eski bir Bizans kilisesi ve manastırından dönüştürülen cami ve dergâh, Osmanlılar için de çok önemliydi. Çünkü bu dergâhın bahçesinde, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in kız torunları, "Çifte Sultanlar" yatıyordu. İnanışa göre Bizanslılar'ın eline esir düşen iki kızkardeş, İstanbul'a getirilir. Şimdi Sümbül Efendi Camii'nin bulunduğu yerdeki Bizans kilisesinin manastırına kapatılan iki kızkardeşe Hıristiyan olmaları için süre tanınır. Sürenin dolmasına bir gün kala iki kız kardeş de ölür. Kilisenin bahçesine defnedilen kızkardeşlerin mezarları padişah II. Mahmut zamanında bulundu. II. Mahmut gördüğü bir rüya üzerine o zaman tekke olan Sümbül Efendi Camii'nin bahçesini kazdırdı ve mezarlar ortaya çıktı. Padişahın emri ile üzerlerine türbe yaptırıldı.

Osmanlılar döneminde tüm tarikatlerin katılımıyla Sümbül Efendi Camii avlusunda gerçekleştirilen törenleri, devrin en kıdemli şeyhi yönetirdi. Şeyh öğle namazı ve mevlidin ardından "devran" açar, törenlere katılan tüm dervişleri zikre davet ederdi. "Muharremiye" ve Kerbela konulu mersiyelerin ardından da tüm müritler hüzünle dağılırdı İstanbul'un dört bir yanına.

10 Muharrem'de, Aşure gününde okunan mersiyeler, Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesini konu edinen ağıtsal şiirlerdir. Ünlü şair Fuzuli'den Şeyh Galib'e kadar pek çok şair mersiye yazmış, bu şiirler, devrin en ünlü bestekârları tarafından bestelenmiştir. Mersiyeleri okumak için de "mersiyehân"lar yetişmiştir. Son dönemde bunlar arasında şüphesiz en meşhuru Sebilci Hüseyin Efendi idi. 10 Muharrem törenlerinde su dağıttığı için adı Sebilci'ye çıkan Hüseyin Efendi, okuduğu mersiyelerle büyük bir şöhret kazandı dervişler arasında.

Kerbela Olayı, 13 yüzyıl önce yaşanmasına rağmen hâlâ tüm sıcaklığı ile dervişlerin yüreklerini yakıyor.

Blog Listem