4 Şubat 2009 Çarşamba
İparlar - İlk renkli filimci i,Atatürk'ün müteahidi mi?
tarürk'ün Müteahhidi"nin Hikayesi | | Yazdır | |
Ali Can SEKMEÇ Yeni cumhuriyetin en önemli ailesi İparlar 30 yıla damgasını vurmuştu. Mehmet Hayri İpar, Mudanyalı bir öğretmen-subaydı. Yeni kurulan cumhuriyetin “Türk zengini” yaratma gayretinin ürünü oldu. Çevresinde “Atatürk’ün müteahhidi” olarak tanındı. Boğaziçi’nden Büyükada’ya kadar sayısız mülk edindi. II. Dünya Savaşı yıllarını ABD’de geçiren aile için, 27 Mayıs 1960 dönüm noktası oldu…
Masal gibi denir ya, İparların hayatı gerçekten masal gibiydi. Her yaptıkları olay oluyordu. Köşkleri, yalıları, kotraları, burada verdikleri davetler, aşkları… Her şeyleri o gün için haber değeri taşıyordu. O yüzden de bugün magazin adını verdiğimiz gazetelerin cemiyet sayfaları İparlarla dolup taşıyordu. ![]() Bugün ailenin birinci kuşaktan yaşayan hiçbir ferdi yok. Sadece Ali İpar hayatta, ama o da çok uzaklarda, Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde hayatını devam ettirmekte. Yaşı altmışı geçenlerin sevgi ve saygıyla hatırladıkları İparların günümüze kadar ulaşmasını iflaslar, intiharlar, aile içi kavgalar ve çeşit çeşit felaketler engelledi. Bütün bunlara rağmen Çengelköy’den Çiftehavuzlar’a, Emirgan’dan, Büyükada’ya kadar kıyılara dizilmiş, artık onlara ait olmasa da bir dönemin şatafatlı yaşamına tanıklık etmiş köşkler, yalılar var oldukça her zaman anılacak İparlar… ATATÜRK’ÜN MÜTEAHHİDİ DİYE ANILIYORDU İparların soy kütüğü 1860’larda Bursa-Mudanya’ya uzanmakta. Ailenin ilk ferdi Ahmet Rüştü, Osmanlı Telgraf İdaresi’nin Mudanya’daki müdürüydü. Mudanya’nın sevilen eşrafından Ahmet Rüştü Bey, Mudanya eşrafından Sümbülzâdelerin güzel kızı Şaziye ile evlendi. 1882 Şubatı’nda Mehmet Hayri adını koydukları bir oğulları dünyaya geldi. O günlerde Ahmet Rüştü Bey ve ailesi, sonraları ünlü Mudanya Mütarekesi’nin imzalandığı evde kiracı olarak oturmaktaydı. Bu bina daha sonraki yıllarda içindeki eşyasıyla birlikte yine İparlar tarafından satın alınacak ve müze yapılmak üzere Mudanya Belediyesi’ne armağan edilecekti. Mehmet Hayri Rüştü, ilk ve orta öğrenimini Mudanya’da tamamladıktan sonra babasının isteği doğrultusunda İstanbul’a gitti. Önce İdadi sonra ise Harbiye’yi başarıyla tamamlayarak Osmanlı ordusuna geleceğin parlak bir subayı olarak katıldı. Mehmet Hayri Rüştü, bununla da yetinmedi, ordudaki görevinin yanı sıra Darülfünun’un Hukuk kısmına girdi ve burayı da başarıyla bitirdi. İyi derecede Fransızca bildiği için bir süre Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi’nde Fransızca öğretmenliği yaptı Mehmet Hayri Rüştü. Bir süre sonra ordunun öğretmenlikle subaylığı bir arada yapamayacağına karar vermesi üzerine kendi isteği üzerine yüzbaşı rütbesiyle emekli oldu. Mehmet Hayri Rüştü için yeni hayatında artık serbest ticaret vardı. Küçük bir sermayeyle başladığı ticaret hayatında başarıdan başarıya koştu. Mehmet Hayri Rüştü, saraydan Emine Tevhide Faik ile evlenmişti. Emine Tevhide Faik, Dağıstan doğumlu, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın kahramanlarından, sonraları Sultan II. Abdülhamit’in imrahoru da olacak olan Mehmet Faik Paşa’nın (1859-1929) büyük kızıydı. Mehmet Faik Paşa, çok sevdiği ve sonraları veremden kaybedeceği eşi Emine Tevhide’nin (1882-1926) adını en büyük kızına da vermişti. Mehmet Faik Paşa’nın Emine Tevhide’den başka Ömer, Ali, Bekir adlı üç oğlu ve Ayşe adlı bir kızı daha vardı. Ayşe daha sonraki yıllarda Yapı Kredi Bankası’nın kurucusu Kazım Taşkent’le evlenecekti. ![]() Virginia Bluce, Ali İpar ile evlendi ve bir süre Türkiye'de yaşadı. Mehmet Hayri Rüştü-Emine Tevhide Rüştü çiftinin 1908’de Şaziye adını koydukları ilk çocukları dünyaya geldi. Çiftin sonraları 1918’de Muazzez, 1921’de ikizler Ali ve Muzaffer, 1923’te Selma ve 1926’da Mehmet adlı beş çocukları daha dünyaya geldi. Mehmet Hayri Rüştü’nün müteşebbis bir ruhu vardı. Çeşitli ortaklıklara girerek büyük bir ticari başarı elde etti. Artık Mehmet Hayri Rüştü ismi Türkiye’nin sayılı işadamları arasında anılmaya başlanmıştı. Yeni cumhuriyetin ilanıyla birlikte müteşebbis fikirlere karşı duyulan ihtiyaç had safhaya ulaşmıştı. Ticaretin Rum, Ermeni ve özellikle Yahudi azınlıkların elinden kurtarılması hedefleniyordu. Atatürk, içinde Mehmet Hayri Rüştü’nün de bulunduğu bu güçlü müteşebbislere kalkınma yolunda büyük bir güven duymaktaydı. Bu güven, bu kişilere devlet adına yollar, fabrikalar, köprüler yapma görevi verilmekle kendini gösterecekti. Bu süreçte Mehmet Hayri Rüştü’nün adı, çevresinde, “Atatürk’ün müteahhidi”ne çıkacaktı. Mehmet Hayri Rüştü ve ailesi, kışları Beyoğlu’nun en görkemli binalarından Galatasaray’daki Mısır Apartmanı’nda oturmaktaydı. Burası 1900’lerin başında Mısır Hıdivi Abbas Halim Paşa tarafından kışlık ev olarak Ermeni mimar Hovsep Aznavuryan’a “Art Nouveau” stilinde yaptırılmıştı. Apartmanda önceleri Paşa’nın kızı Prenses Emine ve yeğeni Said Halim Paşa’nın oğlu Prens Halim oturmuşlardı. Şair Mehmet Akif Ersoy da 1936’da Mısır’dan İstanbul’a döndüğünde dairelerin birine yerleşecek ve ölümüne kadar orada oturacaktı. Abbas Halim Paşa’nın vefatından sonra varisleri binayı apartmana dönüştürüp kiraya vermişlerdi. Bina sonunda 1930’da Mehmet Hayri İpar’a satıldı. Fakat İpar ailesi burada çok fazla oturmayacaktı. Aile yazları ise Emine Tevhide İpar’ın babası İmrahor Mehmet Faik Paşa’nın Büyükada Nizam mevkiindeki iki katlı ahşap köşkünde oturmaktaydı. O günlerde bazı milletvekilleri ve tüccarlar Trakya’da bir şeker fabrikası kurma girişiminde bulunmuşlardı. Bu çabalar sonucunda 14 Haziran 1925 tarihinde İstanbul ve Trakya Şeker Fabrikaları T.A.Ş. adıyla bir şirket kuruldu. Şirketin hissesinin yüzde 68’i İş ![]() İparlar, isimleriyle anılan köşklerinde adeta saray hayatı yaşıyordu. Hayri İpar, küçük çaplı bir imparatorluk kurmuştu. Aile, 1934’te Soyadı Kanunu çıkarılınca baba ismini soyadı olarak kullanmak yerine “İpar” soyadını aldı. Mehmet Hayri Rüştü, artık Mehmet Hayri İpar olarak anılmaya başlandı. ALIŞVERİŞ İÇİN AVRUPA’YA GİDERDİ Yardımseverliği ve bonkörlüğüyle tanınan Mehmet Hayri İpar, doğup büyüdüğü Mudanya’yı da hiç unutmadı. 1936’da babasının adına Ahmet Rüştü Çocuk Yurdu ve 1937’de annesi adına Şaziye Rüştü Sağlık Yurdu binalarını inşa ettirdi. Her yıl birçok fakir ve kimsesiz çocuğun okutulduğu Çocuk Yurdu, daha sonraları yine Mehmet Hayri İpar’ın katkısıyla ortaokula dönüştürüldü. Sağlık Yurdu’nda ise ücretsiz hasta tedavisi yapılması sağlandı ve bu yer de bir süre sonra Mudanya Devlet Hastanesi haline getirildi. İparların sosyeteye girişi 1931 yılında eski İstanbul şehreminlerinden Cemil Topuzlu Paşa’ya ait Çiftehavuzlar’daki muhteşem köşkü satın almalarıyla gerçekleşti. Köşk ve çevresi yazları İstanbul’un kalburüstü ailelerinin yaşadığı semtti. Köşk satın alındıktan sonra İparlar yazları Büyükada’ya gitmekten vazgeçecekti. Peki ya kışları? Artık Beyoğlu o eski görkemini kaybetmişti. Nişantaşı revaçtaydı. Onlar da bu duruma ayak uydurdu. Mehmet Hayri İpar bugün hâlâ varolan Teşvikiye’deki ünlü Park Apartmanı’nı satın aldı ve oraya taşındı. ![]() Tevhide İpar, alışveriş için sık sık Avrupa ülkelerine giderdi. Bir defasında da grup yollarını Almanya-Berlin'e düşürmüştü. İpar Ailesi’nin çocukları da bir başka âlemdi. Her biri, gerek İstanbul’da gerek Avrupa ve Amerika’nın en ünlü ve en saygın okullarında eğitim görmüşlerdi. Fakat sorumsuz ve savurganca yaşayan çocuklar aynı zamanda amaçsızdılar. Akıllarına estiği gibi yaşamayı değişmez âdet olarak benimsemişlerdi. En büyük kızları Şaziye, çok güzeldi. Tüm İstanbul erkekleri ona vurgundu. Küçük kız kardeşi Muazzez ise gerçek bir çılgındı. At yarışlarına binici olarak katılıyordu. Turing’in 1936’da düzenlediği otomobil yarışlarında direksiyon başında erkeklere meydan okuyan beş kadın sürücüden birisi oydu (Lemia Hanım, Muazzez İpar, İzetta Fracgini, Matmazel Blache ve Azize Hanım). HOLLYWOOD’DA YILDIZ OLDU Yazları Çiftehavuzlar’daki köşkün iskelesine bağlı olan ünlü “İpar Kotrası” dostu düşmanı kıskandıracak kadar lükstü. Marmara’ya her açıldığında mutlaka gazete ya da dergi sayfalarını süslemekteydi. Dünyanın geçirdiği ekonomik buhran ya da “Varlık Vergisi” İparlardaki bu lüks ve gösterişli yaşamı etkilemedi bile. Çünkü dönemin siyasileriyle İparlar arasında büyük bir dostluk vardı. Ancak bu mutlu günler II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla sona erdi. Mehmet Hayri İpar’ın işleri yine yolunda gidiyordu ama o, Türkiye’nin de savaşa gireceğine inandı. O günlerde Mehmet Hayri İpar savaşa girme ve servetine el konulması korkusuyla yaşıyordu. Ailesinin saadeti için derhal bu duruma bir çare bulmalıydı. Mehmet Hayri İpar, ailesine tek kurtuluş olarak ABD’de yaşamayı uygun görmüştü. Çünkü savaşa şimdilik en uzak ülke ABD’ydi. İpar Ailesi bir arkadaşlarının aracılığıyla en kısa zamanda Los Angeles’ta Beverly Hills semtinde muhteşem bir malikâne satın aldı. Aile 1942’den itibaren peyderpey bu ülkeye gitti. Mehmet Hayri İpar, Türkiye ile ABD arasında mekik dokurken, aile için hayat İstanbul’da bıraktıkları yerden tekrar başlamıştı. Gazeteci Leyla Umar, bu malikânede birçok davetler verildiğini, bunlara başta büyük oğul Ali İpar ile bir dönem aşk yaşayan Rita Hayworth olmak üzere pek çok Hollywood yıldızının katıldığını, onların Hollywood’daki gösterişli yaşamlarını hem Amerikan, hem de Türk gazetelerinden takip ettiklerini anlatmakta hatıralarında. Haldun Dormen ise çocukluk arkadaşı Mehmet’in İstanbul’dan ayrılışını, “Mehmet’in babası Hayri İpar, bu arada savaşın Türkiye’de de başlayacağına kesin olarak karar verdiğinden ailesini Amerika’ya taşıdı. Hollywood’a yerleştiklerini duyunca çok kıskandım Mehmet’i. Yıldız olmak isteyen bendim, bu yüzden ben dururken Mehmet’in ne işi vardı yıldızlar diyarında?” sözleriyle anlattı. Los Angeles, aynı zamanda dünya sinemasına yön veren Hollywood’un da bulunduğu şehirdi. İpar Ailesi’nin çocuklarında birdenbire bir sinema oyuncusu olma hayali başlamıştı. Bunun için “Hollywood Canteen”ler geziliyor, belki bir artist ajanı keşfeder düşüncesiyle hareket ediliyordu. İpar kardeşler, zamanla kurdukları arkadaşlıklar sayesinde Hollywood partilerine katılmaya başladılar. Bir ara Şaziye’nin ünlü aktör Cary Grant ile büyük bir aşk yaşadığı yazıldı sinema dergilerinde. Bir başka zamanda en küçük kardeş Mehmet’in ünlü aktör Tyrone Power’a olan benzerliğinin artist ajanlarınca fark edildiği ve kısa zamanda film teklifleri alacağı haberleri dolaşmaya başladı Hollywood’da. Fakat sinemayla en yakın teması ailenin büyük oğlu Ali İpar sağlayacaktı. Howard Hughes, Spyros Skouras, Louis B. Mayer gibi sinemacılarla kısa zamanda yakın dostluklar kuracaktı. Ali İpar 1948’de yakın arkadaşı yönetmen William Rowland’ın Louis K. Ansell Productions şirketi adına çekeceği Woman in The Night adlı filmin senaryosunu yazdı. Meksika’da çekilen filmin setinde ünlü aktris Virginia Bruce (1910-1982) ile tanıştı. Virginia Bruce sessiz sinemanın yıldızı John Gilbert’la evlenip boşanmış, ikinci kocası da ölmüş, iki çocuklu güzel bir duldu. Ali İpar daha ilk anda âşık olduğu bu kadınla, aralarından on bir yaş fark olmasına rağmen 1948’de evlendi. Anlatıldığına göre aile önceleri bu evliliğe karşı çıkıyordu ama bu aşka engel olamadıkları için kabul etmek zorunda kaldılar. Ali İpar aktris eşini 1950’de İstanbul’a da getirdi ve bu olay o günlerin gazete ve dergi sayfalarını günlerce meşgul etti. 1945’te II. Dünya Savaşı bitip, ortalık durulunca Mehmet Hayri İpar, ailesini tekrar İstanbul’a getirdi. Önce Emine Tevhide hanım ve kızları geldi. Ali ve Mehmet bir süre daha ABD’de kaldı. ![]() Mehmet İpar (sağ başta)1950 yılında bilinmeyen bir nedenle intihar etti. 24 yaşındaydı ve ABD'den Türkiye'ye döneli ancak birkaç hafta olmuştu. Takvimler 1949 yılı baharını gösterirken aktris eşi Virginia Bruce ile İstanbul’a gelen Ali İpar hemen bir yıl sonra da askere çağrıldı. Bu yüzden çift arasında tartışmalar çıktı. Virginia Bruce eşi askerdeyken, onu İstanbul’da ailesinin yanında beklemek istemiyordu. Bu yüzden araları açılan çift 1951 yılında, anlaşarak ayrıldı. Bu durum Ali İpar’ı derinden üzmüştü ama onu daha en başından kabul etmeyen İpar Ailesi’ni içten içe sevindirecekti. Fakat aile içinde bir çözülme de başlamıştı. Kızlar arasında bir çekişme başgöstermişti. Bu da yetmiyormuş gibi en küçük ve en sevilen kardeşleri Mehmet İpar, 1950 baharında henüz 24 yaşındayken intihar etti. Bütün gazeteler bu intiharı konuşuyordu. Öyle ya, hem zengin hem çok yakışıklı bir genç niye intihar etsin? Kamuoyu ve ailenin yakın çevresi bu ölümü anlamakta zorluk çekiyordu. Bu isimler arasında ünlü tiyatrocu ve Mehmet İpar’ın yakın arkadaşı Haldun Dormen de vardı: “Ben 1950’de ABD’deki tiyatro eğitimimden yeni dönmüştüm. Dönüşümden birkaç hafta önce intihar etmiş çocukluk arkadaşım Mehmet. Bu korkunç haberi duymak çok perişan etmişti beni. Ondan son olarak ABD’deyken bir mektup almıştım. Mutsuzluğundan, her şeyden sıkıldığından, hayatta hiçbir gayesi olmadığından söz ediyor, bana gıpta ettiğini yazıyor ve bana çok ihtiyacı olduğunu ısrarla belirtiyordu. Ona yardım edememiş, zamanında yetişememiştim. Onun kadar her şeyiyle mükemmel bir gencin kendini yok etmek istemesi, hiçbir zaman çözemediğim bir esrar olarak kaldı kafamda. Belki her şeyi fazlasıyla çok genç yaşında tattığı için, hayattan beklediği bir şey kalmamıştı Mehmet’in. Aradan bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen, Mehmet’in beklenmedik ölümünü düşündükçe hâlâ içim sızlar…” Ali İpar, askerlik sonrası unutamadığı eski eşi Virginia Bruce ile yeniden evlendi. 1952 yılı sonunda yapılan bu evlilik, 1964’e kadar tam 12 yıl sürdü. Çift ayrıldıktan sonra da dost kalacak, arkadaşlıkları Virginia Bruce’un 1982’deki ölümüne kadar devam edecekti. Ali İpar, yenilenen evliliğinin ardından, bir sinema filmi çekmek üzere kolları sıvadı. Bu öyle bir film olmalıydı ki Hollywood’dakilere taş çıkarmalıydı. O günlerin Türk sineması daha çok Arap filmlerinden etkilenen melodramlardan oluşan, siyah-beyaz filmlerdi. İpar, tamamen batılı tarzda ve renkli bir filmin çekimine karar vermişti. İLK RENKLİ FİLMİ ÇEKTİ “Sinemaya ilk gençliğimden beri büyük ilgi duydum. Daha Galatasaray Lisesi öğrencisiyken ailemin Amerika’ya Hollywood’a yerleşmesi nedeniyle kendimi bu camianın içinde buldum. Sinemayı yakından tanımayı aklıma koymuştum. Gerçekten bunu başardım. Senaryolar yazdım, prodüktör yardımcılığı ve sonraları da prodüktörlük yaptım. Savaş sırasında bir grupla birlikte Meksika’da İspanyolca-İngilizce bir film çektik. Askerliğim için Türkiye’ye dönünce kameraman İlhan Arakon (1916-2006) ile tanıştım. İşte o burada da film yapmayı aklıma soktu. Oturduk, bir iki kısa film yaptık İlhan Arakon’la… Ben o sıralarda Virginia Bruce isimli o günlerin yıldız bir aktrisiyle evliydim. O da bana destek veriyordu ama o buradaki şartların tıpkı Hollywood’daki gibi olduğunu sanıyordu. Ben bir senaryo yazmıştım eski bir tarihte. İşte bir şehirde salgın bir hastalık çıkacak ve bir grup insan bu hastalığa karşı kahramanca karşı koyacaktı. Aslında hemen her yerde çekilebilecek bir hikâyeydi bu, yani İstanbul için yazmamıştım ki… Bunu İstanbul şartlarına göre düzenleyip çekime giriştik. Bu filmin yalnızca senaryo ve diyalogları benimdir. Filmi İlhan Arakon çekmiştir ve ben bu filmi o olmasaydı katiyen çekemezdim. İlhan Arakon, inanılmaz teknik zorlukları yenerek, o günün şartlarında imkânsız denebilecek şeyleri yaparak bu filmi tamamladı. Küçük, 16 mm. bir el kamerasıydı kullandığımız. Bir de Singer dikiş makinası motoru kullandık. Makina, kurma olduğu için en fazla 28 saniyelik çekimler yapabiliyordu. Ben de oturup tüm senaryoyu böyle bir çekim hızına göre yeniden yazdım. Filmin diğerlerine oranla tek farkı bence renkli olmasıydı…” Ali İpar, başrollerini eşi Virginia Bruce ve Kenan Artun’a verdiği bu renkli filmine Salgın adını koydu. Film çekimleri 1952 sonunda başlamıştı. Ama filmin laboratuvar işlemleri için Amerika’ya gönderilmesi vizyon şansını geciktirdi. Aynı günlerde Muhsin Ertuğrul da Halıcı Kız adlı yine renkli bir film çekmekteydi. Bu film de laboratuvar için yurtdışına, Almanya’ya gönderildi. Tabii ki bu film İpar’ın filminden çok önce gelip vizyona girecekti. Yani Salgın Türk sinemasında ilk renkli film olacaktı ama ilk vizyona giren asla… “Filme çok para harcamadık. Herkes amatördü Virginia ve Kenan dışında. Kadroda benim o zamanki terzim, berberim, Amerikan konsolosluğunda görevli bir ataşenin kızı, İlhan Arakon’un birkaç arkadaşı falan oynadılar. Filmi sessiz fakat İngilizce çektik. Dublajı kolay olsun diye. Kenan Artun hiç İngilizce bilmeden oynadı. Virginia büyük stüdyolar beklerken karşısında küçük bir alan ve el kamerası görünce şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırdı. Çünkü o Hollywood’da daha büyük kameralarla çalışmaya alışmıştı ama iyi oyun çıkardı. Bizim filmimiz vasat bir filmdi aslında. Kötü değildi. Amerika’da hem sinemalarda vizyon buldu hem de televizyonda gösterildi. Öyle çok ağır eleştirilmedi. Ayrıca filmdeki İstanbul oldukça ilgi de gördü…” İPARLARI 27 MAYIS VURDU Ali İpar’ın sinema serüveni ilk deneyimin çok başarılı olmaması nedeniyle kısa sürdü. 1954’te bu kez belgesel film yapmaya karar verdi. Görüntü yönetmeni yine İlhan Arakon’du. Filmin konusu bu kez İstanbul’du. Dünyanın tanıdığı bu şehrin belgeselini çekecekti, hem de renkli. Bir Şehrin Hikâyesi adlı bu belgesel zamanında çok da ilgi gördü. ![]() Uzun yıllar birarada yaşayan İpar Ailesi'nin düşüşü 27 Mayıs'la birlikte başladı. Mehmet Hayri-Emine Tevhide İpar çifti artık iyice yalnız kalmışlardı. Mehmet Hayri İpar artık iyice ihtiyarlamıştı. Mülkleri arasına son kattığı yer Boğaziçi’nde Arnavutköy-Bebek arasında sahilden güneybatıya doğru yükselen çok dik eğimli bir tepe üzerindeki ünlü koruydu. İçinde yer alan Valide Paşa Köşkü ya da Sefarethane Köşkü olarak bilinen yapı kısa zamanda “İpar Köşkü” olarak ünlenecekti. Günümüzde mülkiyeti Emin Hattat ailesine ait olan bu koruya Etiler yönünde büyük bir kapıdan girilmekteydi. 4.4 hektarlık bir alanı kaplayan ve halen günümüzde “İpar Korusu” olarak anılan koruda Bizans dönemine ait duvar parçaları bulunmaktaydı. Hayri İpar, yaşının ilerlemesi ve çeşitli hastalıklarını bahane ederek şirketlerini, Şeker Fabrikaları’ndaki tüm işlerini ve kurucusu bulunduğu Genel Sigorta A.Ş.’deki görevini oğlu Ali İpar’a devredecekti. Ali İpar, ailesinin servetini de yönetmekteydi artık… İşte her şey bundan sonra başladı. İparlar derinden sarsıldı. Ali İpar, tıpkı babası gibi müteşebbis ruhluydu. Eline geçirdiği büyük İpar servetini en iyi şekilde değerlendirmenin planlarını yapıyordu. Yine tıpkı babası gibi siyasilerle sağlam diyalogları vardı. Dönemin başbakanı Adnan Menderes ile çok yakın dosttu. Her iki taraf da birbirini destekliyor, yardımlar yapıyordu. Demokrat Partili Ali İpar bundan da güç alarak gemi satın alıp armatörlük yapmaya karar verdi. Fakat ülkede bir döviz sıkıntısı başgöstermişti. Ali İpar buna rağmen başbakan Adnan Menderes’le olan sıkı dostluğunu kullanarak Amerika’dan alacağı beş gemi için kendi şirketi İpar Transport’a devlet kasasından döviz tahsisi yaptırttı. Döviz ilgili şirketlerin hesaplarına yatırılarak beş tane yük gemisi satın alındı. Gemiler İstanbul’a ulaştığında Ali İpar ilk iş olarak en büyük olanına “Virginia İpar” adını koydu. Önce üç gemi teslim alınmıştı. İşte bu sırada ülkedeki kaynayan kazan devrildi ve 27 Mayıs 1960 sabahı Başbakan Adnan Menderes ve çalışma arkadaşlarının alaşağı edildiği darbe gerçekleşti. İparlar daha önce yaşadıkları gibi bundan da hiç etkilenmemişçesine diğer gemileri beklemeye koyuldu. Onların da gelişiyle filo hazırdı. Mehmet Hayri İpar, oğlunun bu hızlı hareketinden korkmaktaydı. Ülkede bir iktidar boşluğu vardı ve yarının ne olacağı bilinmemekteydi. Oysa Ali İpar, gemilerin gönderlerine çoktan Türk bayrakları çektirmişti ve hemen bir basın toplantısı düzenleyerek İpar Transport’un tanıtımına girişti. Ali İpar’ın mutlu günleri kısa sürdü. Çünkü İpar Transport döviz kaçakçılığıyla suçlanmaktaydı. 24 Eylül 1960’ta devrik başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarının yargılanması için Yüksek Adalet Divanı kuruldu. Ali İpar tutuklanarak Yassıada’ya götürüldü. 14 Ekim 1960’ta da Adnan Menderes aleyhine açılan 19 ayrı davadan birisinin adı “Ali İpar Davası”ydı. Savcı, Ali İpar’a birçok suçlama yöneltti. Savcının iddiasına göre Ali İpar, devrik Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile ortaktı. İpar’ın her şeyi, ABD’li şirkete gemilerin karşılığında ödediği ücretten ayakkabılarının tokalarına kadar her şeyi sorgulanıyordu. Ali İpar bu davalar sürerken tam yedi ay hapis yattı. Zorlu geçen davalar 11 ay 1 gün sürdü ve 15 Eylül 1961’de sona erdi. “Ali İpar Davası”da Adnan Menderes, Medeni Berk ve Ali İpar döviz yasasını ihlalden mahkûm oldular. İpar davası ile ilgili mahkûmiyet kararları diğer davalarla birleştirildi. ![]() Ali İpar'ın başından birçok evlilik geçti. Şimdi Brezilya'da yaşıyor. El konulan beş gemiye ise seferden men cezası verilmişti. Üstelik İpar Transport’a da el konulmuştu. Sefere çıkamayan gemiler bir süre sonra devlet eliyle teker teker Haliç’e çekilecek ve çürümeye terk edilecekti. Gemiler uzun bir süre sonra sessiz sedasız söküm tesislerine gönderilerek jilet haline getirilecekti. Ali İpar, 1962’de halen evli bulunduğu eşi Virginia Bruce ile Amerika’ya gitti ve orada boşandılar. İpar Ailesi içindeki bu felaketler zinciri aileyi derinden sarsmıştı. Bir zamanlar İstanbul sosyetesinin her adımında yer alan ve gazeteleri renkli hayatlarıyla meşgul eden ünlü aile artık aynı gazetelerin saldırgan tutumlarının hedefiydi. Emine Tevhide İpar, ailesinin bu sıkıntılı günlerinde kendisini eğlenceye vererek sosyete gündeminde kalmayı yeğleyecekti. 1960’lı yıllarda sahneye konan her tiyatro eserinin ya da vizyona giren her sinema filminin galasında Emine Tevhide İpar’a rastlamak mümkündü. Anlatıldığına göre her galada onun en önde özel bir koltuğu bulunuyordu. Özellikle Haldun Dormen Tiyatrosu’nun müdavimiydi Tevhide İpar, Haldun Dormen onu şöyle anlatıyor: “Tevhide Hanım, çocukluğumdan beri tanıdığım ve annemin de en yakın arkadaşı olan bir kimseydi. Onu oyunlarımızın galasına çağırırdım. O da severek gelirdi ama tek başına değil. Kendisi gibi İstanbul’un kalburüstü hanımlarından 15-20 kadarıyla, hem de bilet alarak girerdi salonumuza. Hatta bir keresinde bana, ‘Eğer biraz daha genç olsaydın seninle sahneye çıkardım’ demişti. Tevhide Hanım’ı her oyunun, her filmin galasında en ön sırada bu kalabalık dostlarıyla görmek mümkündü. Bir de sıkı bir Zeki Müren hayranıydı kendisi. Onun çıktığı gazinolara da çok sık giderdi hanım arkadaşlarıyla…” KÖŞK, BANKER KASTELLİ’NİN OLDU Takvimler 1964’ü gösterdiğinde Mehmet Hayri İpar, üzüntüler yüzünden hastalandı. 82 yaşında kalp hastası olmuştu. Kısa aralıklarla tedavi için Almanya’ya gidip gelmeye başladı. Geçirdiği bir kriz sonucunda 11 Haziran 1966’da Almanya’da vefat etti. Cenazesi 14 Haziran 1966 günü Feriköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Mehmet Hayri İpar’ın ölümüyle aile dağılma sürecini tamamlamıştı. Tevhide İpar yazları Çiftehavuzlar’daki köşkte, kışları ise Nişantaşı’nda Park Apartmanı’nda yaşamaya devam ediyordu. Oğlu Ali İpar ise yaşadıklarından sonra Türkiye’ye karşı duyduğu güveni kaybetmişti. Bundan sonraki yaşamını yurtdışında sürdürmeye karar verdi. Üçüncü kez evlenerek ABD’ye yerleşti. 1970’li yıllar İparlar için sıkıntı ve acılarla doluydu. Ressam Rasin ile evli olan Muazzez İpar, Çengelköy’de kendi adıyla anılan köşkte yaşamaktaydı. Antikaya olan merakı nedeniyle bu konuyla yakından ilgiliydi. Anlatılanlara göre son yıllarında şizofreni daha da artmıştı Muazzez İpar’da. Bir zamanlar güzelliğiyle anılan bu isim, 1972 yılında bilinmeyen bir şekilde intihar etmişti. Çengelköy ve çevresinde çok sevilen ve yardımseverliğiyle tanınan Muazzez İpar’ın ölüm şekli uzun yıllar tartışma konusu olmuştu. Olay cinayet miydi, yoksa intihar mı? Dosya intihar olduğuna hükmedilerek kapatıldı. ![]() Ali İpar, bir dönem Mısır Apartmanı'nda da oturdu. 1970’lerin sonunda İpar Ailesi’nin yaşayan üyeleri ellerindeki mülkleri satarak mirası paylaşmaya karar verdi. Ailenin elindeki en değerli mülk ise Mehmet Hayri İpar’ın yıllar önce satın aldığı Çiftehavuzlar’daki “Cemil Topuzlu Paşa Köşkü” ya da sonraki ve en bilinen adıyla “İpar Köşkü”ydü. Bugün Caddebostan’da Çiftehavuzlar yönünde Hazırcevap Sokak üzerinde bulunan köşk, eski İstanbul şehreminlerinden Cemil Topuzlu Paşa tarafından 1901 yılında mimar Vallaury’e yaptırılmıştı. Köşkün yerinde üzüm bağları bulunuyordu önceden. Art Nouveau tarzda yapılan köşkün 30 dönümlük arazisinin, denize 165 metre cephesi bulunmaktaydı. Bahçesine İparların sosyetedeki yerlerine uygun olarak değerli süs ağaçları, nadide çamlar dikilmiş, heykeller konulmuştu. Bu köşkün bahçesi öylesine güzeldi ki kulaktan kulağa anlatılan bir öyküsü bile vardı. Anlatıldığına göre, Feneryolu üzerinde bir köşkü bulunan devrin sadrazamı Gazi Ahmet Muhtar Paşa, bir gezi sırasında bu köşkün bahçesini görmüş ve güzelliği karşısında etkilenmiş. Birkaç zaman sonra Cemil Topuzlu Paşa’yı makamına çağırtarak, ona İstanbul Şehreminliği görevini vermişti. Cemil Topuzlu Paşa, bu köşkte 1931 yılına kadar yaşamıştı. Bu tarihte bir albayla evlendirdiği kızı ve damadıyla arasında sürtüşmeler başlamış, paşa da köşkü Mehmet Hayri İpar’a satarak Çiftehavuzlar semtini terk etmişti. 1931 yılından itibaren İpar Köşkü olarak adlandırılacak bu yapı yine bu ailenin en renkli zamanlarının da tek tanığı olacaktı. Bu köşk 1979 yılında satılığa çıkarılacak ve tek talip olarak Banker Kastelli adıyla ün salan Cevher Özden tarafından satın alınacaktı. Fakat bu satış basına yansıyacak şekilde son derece gürültülü de olacaktı. Aile dolandırıldığını iddia edecek, Banker Kastelli ise köşk benim diyecekti. Emine Tevhide İpar, satış için en küçük kızı Selma İpar’a noterden bir yetki belgesi vermişti. Cevher Özden ile İparlar arasında 14 Ekim 1979’da köşkün 150 Milyon TL karşılığında devri konusunda anlaşmaya varılmıştı. Selma İpar yetkisini kullanacaktı ama satış için Emine Tevhide İpar’ın mümeyyiz olduğunun hükümet tabibince onaylanması isteniyordu. 9 Ocak 1980’de bu da yapıldı. Böylece 15 Ocak 1980’de Emine Tevhide İpar noter huzurunda Cevher Özden adına satış vaadini yaptı. Fakat İpar Ailesi 1 Kasım 1980’de Cevher Özden aleyhine bir “gabin” davası açarak köşk için ödenen 150 Milyon TL’nin az olduğunu savundu. Aile davaya eski avukatları Hüsamettin Cindoruk’un yerine Av. Mahmut Kefeli’nin bakmasını istiyordu. Cevher Özden ile Av. Mahmut Kefeli, 21 Kasım 1980’de yeni bir protokol imzaladı ve aileden 150.000.000 TL + 29.750.000 TL (tapu harcaması) 25 Kasım 1980’e kadar geri ödemeleri durumunda köşkü teslim edeceğini, olmaması durumunda mülkten vazgeçmelerini istediğini söyledi. Bu sürtüşmeli satış Emine Tevhide İpar’ın ikna edilmesiyle 5 Temmuz 1981’de tatlıya bağlandı ve evin tahliyesi için 2 aylık süre tanındı İparlar’a. Fakat Selma İpar, yalnızca bir gün sonra mahkemeye başvurarak annesi Emine Tevhide İpar’ın “deli” olduğuna dair karar alınması için yeni bir dava açtı. Emine Tevhide İpar, zorla Bakırköy Akıl Hastanesi’ne yatırıldı ve “deli raporu” alındı. Bunun üzerine annesinin başına gelenleri öğrenen abla Muzaffer Menteş karşı bir dava açarak işi içinden çıkılmaz bir hale soktu. Bunun üzerine mahkeme yetkisizlik kararı aldı, bunu temyiz de onaylayınca muhteşem “İpar Köşkü” Cevher Özden’in malı oldu. Cevher Özden, köşkü ele geçirince önce bahçesindeki nadide ağaçları kestirdi. Sonra da havuzlar, tenis kortu ve ahırların bulunduğu alanlara çok katlı beton apartmanlar yaptırdı. Ünlü köşk ise bu binaların arkasında ve deniz görmeden halen ayaktadır. 1990’ların başında İstanbul Defterdarlığı, 110 milyar liralık vergi borcunu ödemeyen Cevher Özden’in oturduğu tarihi İpar Köşkü’nü açık artırma yoluyla satışa çıkarttı. Tarihi köşke 4 trilyon lira değer biçilmesine Özden itiraz etti. Biriken vergi borçları yüzünden köşkü 1982’de Özden, DYP Yalova Milletvekili Cevdet Aydın’a 12 milyar liraya ihale yoluyla sattı. Maliye Bakanlığı ise “satışta hile olduğu” ve hacizlerini alamadığı gerekçesiyle ihalenin feshi için dava açınca, ihale 9 Ağustos 1994’de Yargıtay Hukuk Kurulu kararıyla feshedildi. Bu hileli satış kurbanı köşk Cevher Özden’e tekrar geri döndü. Bu olaylar olup biterken Tevhide İpar, Balıklı Rum Hastanesi’ne yatırıldı ve 1984’te burada vefat etti. Kızı Muzaffer Menteş 1990’lı yılların sonunda hayata veda etti, ailenin son kızı ve köşk yüzünden çok acılar yaşanmasına sebep olan Selma İpar ise 2005 yılında Alzheimer hastası ve beş parasız olarak hizmetçisinin evinde hayata gözlerini yumdu. İpar Ailesi’nin yaşayan tek ferdi Ali İpar ise ailesine ait son mülk olan Mısır Apartmanı’nı bir mimarlık şirketine devrederek İstanbul’dan tamamen ayrıldı. Halen Brezilya’nın Rio de Janeiro kentinde yaşamını sürdürmektedir. |
2 Şubat 2009 Pazartesi
Mubadil ve muhacirlere pislik atan "Yalçın Küçük'ün dedisi Kim?" Haberi , şu Allah'ın işine bak!
Yalçın Küçük, "Süleyman Demirel'in cumhurbaşkanı olduğu bir ülkede artık yaşayamam" diyerek çekip gittiği Fransa'dan döndü döneli (1989) kaleme aldığı kitaplarında (Aydınlık Zindan, Tekelistan, Tekeliyet, Sırlar, İsyan), dergilerde, basında, televizyonda, çeşitli söyleşi programlarında ve konferanslarda, kendi ifadesiyle "saklı bir Türk tarihi" üretiyor. Bunun için mezar taşlarını inceliyor, gazetelerde çıkan ölüm ilanlarını okuyor, insanları isimlerine, soyadlarına göre Yahudi ilan ediyor.
Ona göre, son 150 yıllık Türk tarihi, aslında Yahudilerle Hıristiyanların mücadelesidir ve Türkler bu sahnede figüran dahi olamamıştır. Türkiye'de ister İttihat Terakki'nin içinde, ister dışında, ister onlarla beraber, ister onlara karşı 1906 ile 1926 arasındaki 20 yıllık süreçteyse, en önemli kavga Siyonistlerle (Yahudilerle), Sabetaycılar (İbraniler) arasında yaşanmıştı. Çünkü Siyonistler ayrı bir devlet isterken, Sabetaycılar, Anadolu'yu 'vaat edilmiş toprak' olarak görüyorlardı da ondan! Zaten İttihat Terakki Partisi'ni ve onun gizli örgütü olan Teşkilatı Mahsusa'yı da Selanik'te Sabetaycılar kurmuştu. Bunlar Balkan Savaşlarında Selanik elden çıkınca, Anadolu'yu vatan yapmak için Ermeni ve Rum tehcirini organize ettiler. Ermenilerin ve Rumların boşalttığı yerlere de Sabetaycıları yerleştirdiler. Kurtuluş Savaşı, bu amaç doğrultusunda Sabetaycıların örgütlediği ve önderlik ettiği bir hareketti. Kurtuluş Savaşındaki direnişi Teşkilatı Mahsusa ateşlemişti. Bu mücadele içinde Sabetayist olmayan bir tek Enver Paşa ile Cemal Paşa vardı. Onlar da 1922'ye gelindiğinde tasfiye edilmiş ve Sabetayistlerin rezerv devleti (Türkiye Cumhuriyeti) kurulmuştu.
BÜLBÜLDERESİ'NDE YATAN ÇANAKKALE GAZİLERİ
Küçük'ün saklı tarihine göre, Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919'dan önce önemli bir subay ve kişilik değilmiş. Çanakkale Savaşı'nda Mustafa Kemal'in tayin edici bir rolü olmamış. Çanakkale'de kara savaşlarında kazanılan da o kadar büyük bir şey değilmiş ve bunun için çok zayiat verilmiş. Çanakkale Savaşının asıl kahramanları Vehip Paşa ve Esat Paşa'ydı. Bu iki paşa da Sabetayistti. Ama kahramandılar. Ölümlerinden sonra Üsküdar'da, Sabetayistlere ait Bülbülderesi mezarlığına gömüldüler.
1915 Ermeni katliamını Türkler yapmadı. Karar İttihatçı Hükümetindi. Karar, Talat Paşa'nın aldığı karardı. Talat Paşa da Sabetayist. Türklerin Ermenilere ve Kürtlere yaptıkları soykırım sayılamazdı. Çünkü bizde iyi Ermeniler de vardı. Eğer bir tek Ermeniye dahi iyi Ermeni diye dokunmadıysak, soykırım yoktur. Halbuki Hitler, babası olsa Yahudiyi fırına gönderdi. Erivan bunları biliyor, Erivan, kendilerine yapılanlardan dolayı Türkleri sorumlu tutmaz. Ayrıca Rusya'nın Türkiye'den toprak istediği de yalandır.
Bu saklı tarih, çok kılçıklı bir balık ziyafeti gibi, yutkunabilene aşkolsun! Bakın daha ne sürprizler var: Mesela Türk halk Kurtuluş Savaşı'na karşıydı. Kurtulmak falan istemiyordu. Bir tek Çerkez Ethem vardı Kurtuluş Savaşı'na inanan. Çerkez Ethem bir sosyalistti. Zenginden alır fakire verirdi. Sonradan Kemalistlerce "hain" ilan edildi. Halbuki Çerkez Ethem, Türk askerine değil bir mermi, sapanla taş bile atmamıştı. Ama onu tasfiye ettiler. O hain olduğu için, birilerinin kahraman olması gerekirdi. Onun için de İnönü zaferi icat edildi. İnönü zaferleri diye bir şey yoktur.
ENVER PAŞA'YI SABETAYİSTLER YARATTI
"Mübadeleyi hâlâ anlayamıyorum" diyor Küçük, Yunan ordusu Sakarya'ya kadar geldiği halde Rumlar, bize sapanla dahi taş atmadı. Yerli Rumlar onlara en ufak yardımda bulunmadı. Ama onları gönderdik. Zengindiler. Mübadele ile gönderilenlerin yerine gelenlerin tümü Sabetaycıydı. 1919-20 yıllarında nerede çok zengin Rum varsa, şimdi orada yoğun olarak Sabetaycılar vardır. İzmir'de, Antalya'da, Kayseri'de, Samsun'da, Zonguldak'ta, Adana'da, Trabzon'da. Anadolu'dan Rumları, Ermenileri Sabetaycılar çıkardı. Sonraları 6/7 Eylül'ü vesaireyi de onlar yaptı. Bu yüzden Kurtuluş Savaşlarını fazla önemsemeyin.
Küçük niçin Sabetayistlere taktığını şöyle açıklıyor: "Sabetayist İsmail Cem'in cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek için!" Sonuca bakılınca engelledi de denebilir. Öyleyse amacına ulaştı. Fakat o bununla yetinmiyor. Onun nihai hedefi Atatürk. Bu takıntıyla kahve falı bakar gibi tarih yazıyor. Ve şimdi ondan bir bomba daha geliyor: Bu rezerv devlet (yani T.C.), günümüzde Büyük Ortadoğu Projesi'ne zemin hazırlamak ve orayı ileride kurulacak İsrail'e hediye etmek için Musul'u alabilecekken almamış! "Musul Orta Doğunun sıklet merkezidir. Yahudilerin bölgedeki en önemli müttefiki Kürtlerdir. Türkiye'deki anti-emperyalist mücadelenin merkezi -bugünlerde- Musul'a kaymıştır" diyor Küçük. İsrail'de 200 bin kadar Kürt Yahudisi, Irak'ın kuzeyinde de 200 bin kadar Kürt Yahudisi var. MOSSAD, Irak'ın kuzeyinde infaz timleri kurdu. Küçük, şu sıralar her fırsatta, her ortamda bunu söylüyor: "Musul'u alamazsanız Diyarbakır'ı verirsiniz! Atatürk'ten İnönü'ye, İnönü'den Ecevit'e, Ecevit'ten de Ahmet Necdet Sezer'e iletilmiş bir vasiyet var: Musul'u alın!" Yalçın Küçük'ün Musul meselesine bir çözüm önerisi de var, sıkı durun: "Öcalan pazarlıkla salıverilecek. PKK Barzani'nin üstüne salınacak, Musul bizim olacak!"
1789 Fransız Devrimi, tüm dünyada olduğu gibi Osmanlı'da da milliyetçiliği ateşledi. İmparatorluğun kurucu ve devam ettirici unsuru olan Türkler de bu milliyetçilik dalgasından etkilendiler. İttihat Terakki içinde Sabetaycıların bulunması doğrudur. Hatta Enver Paşa'yı ön plana Emanuel Karasu, Dr. Nazım, Maliye Nazırı Cavit Bey gibi Sabetayistler çıkarmışlardı. Keza aynı isimler, bu sırada Mustafa Kemal'in önünü tıkayarak Enver Paşa'ya avantaj sağladılar. Esasen İttihat Terakki içinde sadece Sabetayistler değil, Boşo gibi Rumlar, Abdullah Cevdet gibi Kürtler, Ermeniler ve Çerkezler ile daha başka etnik unsurlar da vardı ve doğal olarak Türkler de. Hal böyleyken İttihat ve Terakki'yi sadece Yahudilerin örgütüymüş gibi göstermek bilimsellikten ve gerçeklerden uzaktır.
Küçük'ün son dönem tezleri böyle. Acaba bunlar referans alınabilir mi? Acaba bunlar sağlıklı bir aklın ürünü sayılır mı? Bu dayanaksız atışları acaba ciddiye alan çıkacak mı derken, ortaya Ahmet Efe çıktı. 1963 Adana-Osmaniye doğumlu bir tarih öğretmeni. Nasıl Yalçın Küçük'ün uzmanlık alanı Yahudiler-Dönmelerse, onun da uzmanlık alanı Çerkezler ve Çerkez Ethem. Bu efsaneyi örten sis perdesini kaldırmak için kaleme aldığı "Çerkez Ethem" kitabının sonunda dayanamamış, bir kulp uydurup Yalçın Küçük'ü "Kemalistçe" bir güzel benzetmiş. Ama zaman zaman onunla hemfikir, mesela:
"İtiraf edelim ki Yalçın Küçük, hiç bilmediğimiz Yahudilik, Sabetaycılık ve Kabala konularında yazdıklarıyla bizleri aydınlattı. Düşünsel anlamda ufkumuz açıldı. Siyasal yaşama ve olaylara bakışımız farklılaştı. Bunun için Küçük'e toplum olarak teşekkür borçluyuz. Ancak..."
ADIVARLAR’I MUSA ANTER KORUDU
Ancak diyor ve ekliyor; "Küçük, Jön Türkizm: Doğu Birliği adlı yazısında Mustafa Kemal'i İngiliz ajanı, dolayısıyla Kurtuluş Savaşını da İngiliz operasyonu olarak itham etti ve bununla da yetinmeyip, Cemal Paşa'yı, İngilizlere Mustafa Kemal'in ihbar ederek öldürttüğünü ima etti." Yalçın Küçük anti-Kemalistlik yapmasa Ahmet Efe ile çok güzel anlaşacakları kesin.
"Biz sadece Nutuk'ta yazılanlara bakarsak tarih yazamayız" diyen Küçük, sıkı bir Enver Paşacı olup, dolayısıyla anti-Kemalisttir. Anti-Sabetaycılık ve Yahudi düşmanlığının asıl hedefi Mustafa Kemal'dir. Ancak bunu açıkça söylemiyor. Ahmet Efe'nin deyişiyle "Yalçın Küçük, âdeta bir libero gibi topu kendi kalesinden alıp orta sahaya getirmiştir. Bu santrfora gol pasıdır. Ancak Sabetayist Cavit Beyin torunu, Şiar Yalçın'ın oğlu, 'Efendi'nin yazarı olup santrforluğa soyunan Soner Yalçın da topu kaleye atamamıştır. 'Gol yapmak' elbette Mustafa Kemal'i de Sabetaycı ilan etmektir. Yalçın bunu kitabında yapamasa da Ertuğrul Özkök'ün muayyen günler yazarı Ayşe Arman'a verdiği röportajda, 'Peki Atatürk?' şeklindeki Mustafa Kemal'in Sabetaycı olup olmadığına ilişkin soruya 'Ben bilmem! Onu da tarihçiler araştırsın' gibi her tarafa çekilecek bir yanıt vermişti."
Sabetayistlere yer açmak için Ermeni ve Rumların kovulması (tehcir) olayına gelince, Ahmet Efe soruyor; O Ermeniler, tarlasında ekin biçerken, terzihanesinde elbise dikerken, dükkanında müşterisini tıraş ederken, durup dururken mi göç ettirilmiştir?Yoksa Türk ordusunun aynı anda hem Sarıkamış'ta, hem Irak, hem Çanakkale'de savaşırken, Ermenilerin de cephe gerilerinde bu orduları arkadan vurup masum halkımızı da katletmesini nasıl görmezden gelir ve bunu Sabetaycılar'a nasıl bağlayabilir? Bundaki amacı nedir?
Sabetaycı Adnan Adıvar ve Sabetaycı Halide Edip ikilisi, İttihat Terakki Hükümetinin son derece isabetli ve insani bir uygulaması olan Ermeni yer değiştirmesini "katliam" olarak nitelemiş ve sonra yurttan firar etmişti. 1939'da yurda dönen Adıvarlar'ı, Küçük'ün "Yahudi Kürt" diye tanımladığı Musa Anter ve adamları korumuştu!
Ermeni yer değiştirmesi, Türk ülkesinden başka bir ülkeye değil, yurt içinde bir yer değiştirmedir. Bu da Ermeni yer değiştirmesini hukuksal açıdan "tehcir" tanımına sokmaz. Tehcir, bir ülkeden başka bir ülkeye zorunlu göçe denir. Böyle olduğu halde vatan satıcısı Damat Ferit, İngilizlere yaranmak için 1915 olaylarını tehcir tanımına sokturarak İttihatçıları yargılatmıştır. Ayrıca Ermenilerin yoğun olarak göç ettirildiği Deyrizor, çok uzaklarda değil, Anadolu'nun hemen yanı başında ve öyle çöl ve kurak bir yer değil, Fırat kenarında, sulak ve verimli topraklara sahip, iklimi güzel bir bölgedir.
Ahmet Efe "Şunu da söyleyelim ki, Küçük nasıl bir Enverist ise biz de o derece Kemalistiz" diyor. Ancak her şeye karşın, Enver Paşa başta olmak üzere İttihatçıların hepsinin 1915 olaylarından dolayı "Türklüğün bekâsı" bağlamında çok yararlı ve hayırlı bir icraat yaptığını düşünüyor. "Ve salt bu icraat bile onların -eğer varsa- tüm hatalarını aklamaya yeter de artar! Eğer İttihatçılar Ermenilerle ilgili önlemleri almasaydı, Türk İstiklâl Harbi olmazdı. Anadolu da Mondros/Sevr sürecinde Türk'ten kazınarak Rum, Ermeni ve diğerleri tarafından paylaşılırdı diyor.
Sonra Mübadele ile gelenlerin tümünün Sabetaycı olduğunu iddia etmek de konuyu saptırmaktır. 1923'ten 1927'ye kadar 500 bin Türk'e karşılık 1 milyon 200 bin Rum göç ettirildi. Küçük, bu 500 binin tümünün Sabetayist olduğunu iddia ediyor. Ahmet Efe'ye göre bu "Türklüğe yapılmış bir iftiradır." Mübadele öncesi ve sonrası Sabetayistlerin nüfusu hiçbir zaman 100 bini aşmamıştır. "Yalçın Küçük merak etmesin!" diyor Ahmet Efe, Türk devleti kimin Sabetaycı olup kimin olmadığını gayet iyi bilmektedir. Bizzat Sabetaycıların açıkladığına göre, kendilerine aynı tip seri numaralı pasaport verilmesi onların -kendi ifadelerine göre- Türk devletince takip edildiklerini göstermektedir. Yine bu bağlamda, Rum, Ermeni ve Yahudiler dışında Sabetaycıların da kapsama alındığı 6/7 Eylül olaylarını nereye oturtmaktadır? Ahmet Efe keza Varlık Vergisini de savunuyor: "Onu da söyleyelim ki, son derece yerinde bir karar olan Varlık Vergisi, bu topraklarda bin yıldır kurucu ve taşıyıcı unsur olan Türklerin iktisadi anlamda milli bir intikamıdır!"
"PEKİ YA SİZ KİMSİNİZ YALÇIN KÜÇÜK BEY?"
Musul'a gelirsek; İngilizlerin kışkırttığı, Çerkez Ethem'in de içinde bulunduğu Kürt İsyanları, 1925'ten başlayarak 1937'ye kadar fırsat mı verdi de, Cumhuriyet ve onun kurucusu Atatürk Musul'u "Mutlaka alacağım!" dediği halde alamadı?
"Cumhuriyet ile Osmanlının değirmeninde öğütülen Türklük diriliyor ve bu görmezden geliniyor" diyor Ahmet Efe, "bunu görmemek Türk duyarsızlığıdır." Kurtuluş Savaşı yıllarında Avrupa'da yan gelip yatan Sabetaycı İttihatçıların Türk zaferine el koymak istemeleri görmezden geliniyor. Bunlardan Maliyeci Cavit'in Lozan pazarlığı sırasında karşı tarafa bilgi aktardığı unutuluyor. 1926 yargılamalarında Dr. Nazım ve Cavit'in, araya Rothschild gibi dünyayı yöneten 12 Yahudi ailenin girmesine rağmen asılmaktan kurtulamadıkları görmezden geliniyor.
Yurt çapında yürütülen 'derin' bir kampanya sonucu başlatılan Yahudi düşmanlığının kanlı ve utanç verici tezahürleri olan 1927 İstanbul Elza Niyago olayı (İzmir'e de sıçramıştı) ve 1934 Trakya olayları (Bursa'ya da sıçramıştı) ortada dururken Mustafa Kemal ve onun kurduğu Cumhuriyet nasıl Sabetayist oluyor!
"Atatürk'de mi Sabetayist" sorusuna "Efendi" Soner Yalçın ne demişti, hatırlayalım: "Ben bilmem! Onu da tarihçiler araştırsın." Bakalım aynı soruya Yalçın Küçük ne cevap verecek: "Ben Atatürk Sabetayisttir demiyorum. İsrail kaynaklı kitaplardan alınma internetteki bazı siteler öyle yazıyor. Biz onları reddediyoruz!" Böylece Küçük, golü atmak için zamanın henüz gelmediğini bildiğinden buraya kadar özetlediğimiz tüm tezlerini inkâr ediyor.
Yalçın Küçük, 1998'den önce Fransa'da bulunduğu yıllarda kendi anlatımlarına göre, "ABD ve Avrupa istihbarat servislerinin güdümündeki terör örgütü PKK'yı, Türk devleti adına Türkiye yanlısı bir çizgiye çekmekle görevliydi." Ama Ahmet Efe buna inanmıyor ve soruyor: "Yalçın Küçük PKK ile onları Türkiye yanlısı bir çizgiye çekmek için mi ilişkiye geçti, yoksa Kürt hareketini mayın merkebi olarak peydahlayıp kullanmak isteyen, Türkiye'nin milli üniter yapısını bozmayı amaçlayan güç odakları adına mı orada yer aldı?"
Tansu Çiller, 24 Aralık 1995 seçimlerinden hemen önce Abdullah Öcalan'a karşı Şam'da yaptıracağı suikast, Mesut Yılmaz tarafından bir şekilde haber alınıp, Paris'teki Küçük'e, Küçük tarafından da Öcalan'a bildirildi. Böylece Çiller'in oya dönüştürmeyi tasarladığı suikast, Küçük aracılığıyla önlenmiş oldu. Nitekim Çiller bu seçimlerde ancak üçüncü olabildi.
Sadece Sabetaycılar'ın değil, hemen herkesin etnik kökenini kurcalayan Küçük, kendi etnik kökeni konusunda ise açık sözlü olamıyor. Önceleri "Türk oğlu Türküm, hatta Türkmenim" demesine karşın, zamanla baba tarafında Türk, anne tarafından Kafkasya kökenliğini olduğunu ve ana tarafında İbrani kökenli kimselerin bulunduğunu itiraf etti. Yalçın Küçük'ün bir palavrası da şu: Her fırsatta Kıbrıs savaşında "Magosa'yı benim birliğim aldı" diyor. Sonra cüzdanından çıkardığı gazilik belgesini gösteriyor. Magosa gibi büyük ve önemli bir kenti alma görevi, birkaç aylık yanaşık düzen eğitimi almış, takım komutanı bir asteğmen olan birliğe verilemez. Gazilik belgesi bu savaşa katılmış herkese verilmişti.
Küçük'ün Sabetayist olmakla itham ettiklerinden biri de Çanakkale gazilerinden İzzettin Çalışlar Paşa'nın torunu Oral Çalışlar. Çalışlar, Cumhuriyet'te 14 Haziran 2004'te yayınlanan "Yalçın Küçük'ü referans kabul etmek" başlıklı yazısı şöyle bitirmişti:
"...Şimdi ben ne yapmalıyım, Sabetayist olmadığımı kanıtlamak için geçmişimi mi anlatmalıyım? Bu gülünç olmaz mı? Benim kökenimin ne olduğu kimseyi ilgilendirmez ki. Böyle kökenlere dayalı tahlil yapmak ırkçılıktır. Ama şunu yapabilirim, onun tarzıyla ortaya bir portre çıkarabilirim: Küçük, MİT'çi Cenk Duatepe'nin bacanağıdır. Askerlik görevini Genel Kurmayda yapmış, ve Kıbrıs müdahalesine Genelkurmayın özel emriyle katılmıştır. Kıbrıs gazi kimliğini ortalıkta göstererek dolaşmaktan hoşlanan bir kimsedir. Devlet Planlama Teşkilatı'ndan sonra eğitim için Amerika'nın ünlü Yale Üniversitesi'ne gitmiştir.
Öcalan'a 'Başkanım' diyerek uzun görüşmeler yapmıştır ve daha sonra bu görüşmeleri şöyle izah etmiştir: 'Türk devleti benim Öcalan üzerinde fazla nüfuzum olduğunu düşünüyordu.' Türkiye'yi bir daha dönmemek üzere terk etmiş, daha sonra Türkiye'ye gelmiş ve bir süre cezaevinde kaldıktan sonra 'Sabetaycılık' uzmanı kesilip büyük basının ilgisini çekmiş, tezleri çok satan kitaplara kaynaklık etmiştir. Babasının da Fransız işgali döneminde Antakya'da Fransız işbirlikçisi olduğunu kendisi söylemektedir.
Bunları birleştirip Küçük tarzıyla isterseniz bir sentez de siz yapın. Bakalım ortaya ne çıkacak? Sorun Yalçın Küçük değil, onu önemli bir referans haline getirenler."
Oral Çalışların sözünü ettiği Fransız İşbirlikçisi Ahmet Sabuni, Yalçın Küçük'ün dedesi ya da babasıdır. 1930'lu yılların ortasında, Hatay'ın Türkiye'ye katılmasını engellemek için Fransız istihbaratının Çerkez Ethem'e kurdurduğu Cenup Vilayetleri Yıldırım Komitesi'nin yöneticilerinden biriydi.
(Ada Bayazıt / Chronicle)
Blog Listem
-
Türk ve Yunan Edebiyatında Mübadele - Benzerlikler ve Farklar - http://www.herkulmillas.com/index.php?option=com_content&view=article&id=186%3Atuerk-ve-yunan-edebiyatnda-muebadele-benzerlikler-ve-farklar-&catid=63%3Aki...2 yıl önce