Esad Dede İle Buluşma... | | Yazdır | |
Nermin BEZMEN Zihnimin kanatları ile çıktğım yolculukta karşılaştım onunla. Basamaklara yerleşen kanatlarım dikkâtimi postunun üzerinde oturmuş Mevlevi Dedesi'ne çekiyor. Bu Mehmet Esad Dede. Kendisini hiç görmedim ama tanıyorum. Eşim Pamir'in büyük dayısı, Selânikli Recep Efendi'nin oğlu. Tevekkülle hafif yana eğdiği başını önümüzde uzanan gri beton meydana çevirmiş. Bir kaç hafif adımla yanıbaşına gidiyorum. Nurlu güzel çehresini süsleyen bembeyaz sakalına rağmen yaşı yok yüzünün... Hayatından dilimler anlatmaya başlıyor...
Zihnimin kanatlarına takılır çıkarım yola, yazı yazarken, resim yaparken, hayâl kurarken... İster bir düşü kovalayayım, henüz yaşanmamış; ister geçmişi, çoktan unutulmuş veya az buçuk dağarcıklarda kalmış, hiç fark etmez. Beni, olduğum yerden alıp uçurur, sürükler zihnimin kanatları. Kâh anaforlarda döndürüp kendimden geçirir, kâh coşkuma gem vurup kendime getirir. Kâh düşlerimi gerçekleştirip yanıbaşımda kılar, kâh geçmişe göç ederiz beraber. Canlandırır, renklendirir tüm çırpınmış, yaşanmış, bitmiş, tükenmiş veya daha hiç nefes almamış zamanları, zihnimin kanatları. Bu satırlar Chronicle okurları için zihnimin kanatları ile beraber çıkacağımız yolculukların hikâyelerini dile getirecek. Zihnimin rüzgârları nereden eserse, nerelere sürüklerse, serbest gezeceğiz, geçmişte kalanların ardına düşüp. Hangi tarihlerde nerelere gidip, kimleri arayacağız, kimleri bulacağız? Hiç bilemiyorum. Her Chronicle benim için de sürpriz olacak. Ne de olsa ben sadece zihnimin misafiriyim, kanatlarında taşıdığı... MERCAN DEDE'NİN NAR'IYLA... Bulutlu, güneşin zaman zaman, zoraki tebessüm ettiği bir İstanbul baharındayız bugün. Zihnimde bir zil çalıyor... “Esad Dede bizi bekliyor” diyor, zihnimin kanatları; “Rüzgârlıyken bulutlar kolay gideriz. Haydi!” “Bekle” diyorum, Mercan Dede'nin “Nar”ını cd çalarıma yerleştirirken. Gözlerim kapalı, kulaklarımda Nar-ı Ney, rüzgâra kapılıp uçuyoruz. Gözlerimi açıyorum, taş bir merdiven üzerinde. Mercan Dede susmuş. Ölü zaman sessizliğinde, asırların öpüşü ile sarı, kahve, yeşil yosunlu taşlar taşıyor basamakları. Hafiften akşam karanlığına yola çıkmış gökyüzü. Kanatlarım beni bırakmış, ağırlaşmış, zaman dilimleri uzun çırpışlarla önümde uzanan geniş beton meydanın üzerinde dolanıp durmakta. Sanki aradığı bir şeyler var. Basamaklarda doğrulup kanatlarımın temposunda aşağıya iniyorum. Meydanı çevreleyen nice biçimsiz, karaktersiz yapının arasında bekliyorum. Akşam iniyor, korkusuz. Çirkin binalarda hafiften ışıklar yalıyor pencereleri. Kanatlarım, basamakların diğer ucunda beklemekte benimle beraber. Basamakların diğer yanına yerleşen kanatlarım dikkâtimi postunun üzerinde oturmuş Mevlevi Dedesi'ne çekiyor. Bu Mehmet Esad Dede. Kendisini hiç görmedim ama tanıyorum. Eşim Pamir'in büyük dayısı, Selânikli Recep Efendi'nin oğlu. Tevekkülle hafif yana eğdiği başını önümüzde uzanan gri beton meydana çevirmiş. Bir kaç hafif adımla yanıbaşına gidiyorum. Gözlerimiz karşılaşıyor. Nurlu güzel çehresini süsleyen bembeyaz sakalına rağmen yaşı yok yüzünün. Selâmlayıp, usulca soruyorum; “Burada ne yapıyorsunuz Esad Dede? Siz uzun zamandır evimizin kütüphanesinde, İbnül'Emin Mahmut Kemâl Bey'in kitabının sayfaları arasında istirahate çekilmemiş miydiniz?” Alçakgönüllü gözleri akşamın alacakaranlığında, günışığı ile yıkanmış denizler kadar mavi. Gülümsüyor gözbebekleri. Derin bir nefes çekip cevap veriyor, şefkât, sevgi ve sabır taşıyan sesiyle: “Can kuşum çırpındı kafesinde, dergâh, dergâh diye, bir od düştü yüreğime, can tazelemeye geldim viranhaneye.” Düz bir cevap bile şiirsi. Ne de olsa şair kendisi. Esad Dede, “viranhane” derken gözlerimi çevrede gezdirmeden edemiyorum. Güzelim Kasımpaşa Mevlevihanesi'nin yerinde yeller esmekte. “Çok üzgünüm Esad Dede” diyorum, “Her kimler bu hale getirdiyse dergâhınızı...” Gözlerini dikiyor, paslı tellerle çevrili gri beton top sahasına. “Hazireydi burası” diye mırıldanıyor, “Mezar taşımı da söküp atmışlar. Hiç gönül gözü yok mu bunların? Neler oldu burada kuzum? Bunca kadir bilmez midir benim insanım?” Öyle üzgün, öyle yaralı ki Esad Dede, nasıl anlatacağımı bilemiyorum kendisine. O devam ediyor, sakin sakin: “Kaç asrın çilesi, duası, yakarışı, sema'ı, ney, gudüm sesi harç olmuştu taşlarına bu mevlevihanenin. Öyle kolay kolay çökmezdi, göçmezdi... Neler oldu, neler geçti ki şimdi açıkta kaldım. Hani, gittiğimden beri çok uzun bir zaman da geçmedi. 1913'te kavuştum Mevlâ'ma. Ola ola kaç eder...” O hesaplamaya çalışırken ben söze giriyorum: “Doksan iki sene Esad Dede, sadece doksan iki. Haklısınız, medeniyetler için çok kısa bir zaman dilimi ama maalesef huyumuz kurusun, bizler çabuk yıpratıyoruz her şeyi. Pamir'le beraber sizin mezarınızı bulmak için epeyi dolaştık mevlevihaneleri. Salih hocamız yanında, nice mezar taşını okudu Pamir, adınıza rastlamak umuduyla. Sonunda, biz de aynen sizin gibi, şu taş basamaklarda oturduk kaldık, ağzımız açık, gözümüz yaşlı. Hikâyesini de o zaman öğrendik. Siz ayrıldıktan bir kaç sene sonra, 1925 yılında, Mevlevihane'nin mülkiyeti Evkaf İdaresi'ne geçmiş. Zamanla berduşlara sığınak olmuş. 1979 yılında da yanmış. Galata Mevlevihanesi semazenbaşı Mehmet Kemâl Özmen nice makale yazmış, el verin, kurtarın diye ama bir ses alamamış.” “O kişi de mi akrabalardan ola acaba?” “Hayır Esad Dede. Kendisi ile, sevgili dostumuz Hakan Ulu vasıtası ile tanıştık, sizi arama süresince. Hakan bizi Galata Mevlevihanesi postnişini Selman Dede ile de tanıştırmıştı. Ne mükemmel bir insandı o da, rahmetli. Evini ziyaretimde, tevazuundan mahcubiyet duymuştuk.” “Bilirim Selman Dede'yi. Onunla aynı bahçedeyiz. Hem mekân olarak, hem de gönül.” “Galata Mevlevihanesi de karakol olmuştu bir aralar, Esad Dede. Ama sonra kurtarıldı, gönül aşıklarının sema'ı ile buluştu yine. Sizi daha da üzecek biliyorum ama, Yenikapı Mevlevihanesi'nin durumu da acıklı. Sizi bulmak için ilk orayı ziyaret etmiştik. O da yangına kurban. Hamuşan Mezarlığı da çöplük olmuş.” “Ah, ah!” diye iç çekiyor Esad Dede, “O ne yangındı, nasıl kıydı kitaplarıma. Nice sene biriktirdiğim, nice yazdığım kitabım, o koskoca kütüphane gitti. Benim de canımın yarısı gitti onlarla beraber. Allah'tan bir kısmını Beyazıt'taki Kütüphane-i Umumiye ihda eyledi de onlar kurtuldu. Ama buraya taşıdıklarıma ne oldu acaba?” “Onlar siz gittikten sonra Hakkâklar Çarşısı'nda satılmış. Mahmut Kemâl Bey bir müzayedede bir kaç tanesini satın almak istediğini ama mümkün olmadığını yazmış kitabında.” “Hangi kitaptır o?” “Son Asır Türk Şairleri kitabı, 1930'da basılmış. İçinde size de yer vermiş.” “İlginç. Sizde mi o kitap şimdi?” “Evet. Halit Serter Bey'den Neş'et Eren vasıtasıyla Halil Ali Bey'e gelmiş, ondan sonra da Pamir'in kütüphanesine. Sizin gazellerinizden örnekler de vermiş. Birini günümüz Türkçe'sine tercüme etmiştim, büyük bir keyifle.” Kavuşuk kollarını çözüp bir elini benim elimin üzerine koydu, şefkâtle gülümsedi. “Eline, kalemine sağlık. Hangisiydi o?” “Maalesef ezbere bilmiyorum. Keşke yanımda getirseydim, hiç düşünemedim.” YA CAN ÇIKAR BEDENDEN... Ispatsız bir marifet sergileme telaşında gibi gözükmüş olmaktan mahcubiyet duygusu ile kızarıyorum. Birden, iki üç çırpışla kanatlarım yanıma geliyor ve birinin altından çıkan sahifeyi elime tutuşturuyor. Minnetle gülümseyip alıyorum. “İsterseniz okuyayım. Hatta, önce sizin yazdığınızı okuyabilirim” diyorum. “Hay hay.” Esad Dede, kollarını tekrar göğsünde kavuştururken, ben onun tedrisinde imtihana girmeye hazırlanan öğrenci gibi heyecanlı, dizlerimin üzerinde çöküp, kağıdı, kanatlarımın ışığında okumaya başlıyorum: Nüktei zühhadı ettim cüstucu Rindlerin meyhanei viranede Çıkmadı avâzı hiç pervanenin Bir takım âyine farz et âlemi Can fida et ger dilersen Esada *** Bulmadım esrarı aşktan zerre bu Tuttı feryadı cihanı subesu Narı aşka yandı cismu mubemu Lem'a salmış anlara envari hu Can ile canan olsun ruberu *** Çekmem elim talebden maksude ermeyince Bu rakın evvelinde pek çok elem, keder var Canın fida edersen gel gir tariki aşka Berhar olur o kimse bustanı cavidandan İster isen teayyüş sen hanei cihanda Sürmez isen sivayi sen hanei dilinden Alemleri adem bil meyil etme masivaye *** Ya can çıkar bedenden ya vasl olur müyeser Lâkin nihayetinde ölek anın mukarrer Bari, dirahtı aşkın kan ile oldu müsmer İstek ile ederse katli hayata mü'ser Terk eyle rahı aşki bul bşir tariki diğer Görmez sefayı ruhun miratı dil mükedder Terk eyle custücuyi her şeyi bil mukadder *** Dilı Arif olunca Gevheri Aşk ile malamal Hemişe budü uabudi cihandan hem kabul etmez Olan mesned nişini çarsuyi alemi vahdet Verilse serteser mülki Süleyman hem kabul etmez Uzakdır öyle kanuni şifadan yarei hüssad Hezaran lutfu ihsan eylesen merhem kabul etmez Mutahhardır eyadii ehli dil çırkâbi alemden Verilse kenzi Alem serbeser dirhem kabul etmez Görenler vecdi paki yarı Esad darı dünyada Hezaran huriü gilman verilse hem kabul etmez. ARZULANAN NEY DE GELİYOR Bakışları buğulanıyor Esad Dede'nin. Çözüp kollarını, okşuyor elimi yine. “Ağzına sağlık” diyor, “Pek de hoş okudun. Bir de ney üfleseydi şimdi yanıbaşımızda, daha da bir hoş olurdu.” Demeye kalmıyor ki; çok uzaktan, toprağın derinliğinden bir ney sesi duyuluyor; acılı, çilekeş ama tevekkül yüklü. Toprağın sıcak karnında boğularak ulaşan neyin yakarışları; “Şehnâz Aşirân Taksim...” Nâyzen Dede Salih Efendi'nin bestesi. Niyazi Sayın üstadın usta nefesiyle can buluyor. Bana hiç yabancı değil. Zira, evimizde bir dostlar akşamına geldiğinde Mercan Dede'nin hediye getirdiği “Sadâ” albümünden uzanıyor. Kanatlarıma minnetle gülümsüyorum. Hani “gak” desem su, “guk” desem ekmek misâli, ne gerekse anında hazır. Onlarsız ne yapardım ben? Esad Dede pek memnun, gözlerini kapayıp başını hafif hafif iki yana sallıyor, iç geçirerek. “Tanır mısın, Sâlih Efendi'yi” diyor, “Dergâha gözünü açmış, 1881'de. Babası Beşiktaş Mevlevihanesi dedesi Mahmud Dede, annesi Mahmut Dede'nin selefi Yusuf Zuhdi Dede'nin kızı. Şeyh Said Dede ağabeyi, Neyzen Yusuf Paşa da yeğenidir. Mızıkayı Hümâyun'da kaymakamlık makamına kadar yükselmiş. Bahariye Mevlevihanesi'nde ve burada yani Kasımpaşa Mevlevihane'sinde Neyzenbaşılık yapmış. Şeyh Said Dede'den öğrenmiş ney'i. Hüseyin Fahreddin Dede Efendi'nin de hocalığını yapmış sonra. Yirmiyi aşan eseri vardır, Peşrev ve saz semâisi olarak.” Birden duruyor. “Hay Allah, kusura bakma çocuğum. Kaptırdım gidiyorum bizim dedelerle. Haydi sen şu yeni Türkçe dediğin şeklini oku bakalım benim gazelin. Tam da Nâyzen Dede çalarken.” Bu yaşımda “çocuk” diye hitap edilmekten memnun, Esad Dede'yi düzeltmekten utanarak mırıldanıyorum: “Af edersiniz Esad Dede. Yalnız besteyi seslendiren Niyazi Sayın üstadımız Henüz 1927 doğumlu. Siz kendisini hiç tanımadınız.” “Yazık, birbirimizi kaçırmışız. Çok tanımak isterdim. Haydi dinliyorum seni.” Sordum manâsını sevgilinin Viran meyhanesinde rindlerin Hiç sesi duyulmadı pervanenin Cihanı bir merasim farzet İstersen eğer Esad'a can feda et *** Aşkın gizli sularında bulmadım bir koku Cihanın her yanını feryat tuttu Aşkın narına yandı beden içten içe Zamana pırıltı salmış Allah'ın ışığı Yüzyüze gelsinler gönül ile aşığı *** Çekmem elimi isteğimden arzume ermedikçe Çok elem var bu tende evvelinden Canın feda edersen gel gir aşk yoluna Ki o kimse alır nasibini sonsuzluk bahçesinden Geçinmek istersen dünya meskeninde Birliği silmezsen gönül hanenden Alimleri adem bil, Tanrı'dan başkasına verme gönül *** Ya can çıkar bedenden ya kolay olur kavuşmak Lâkin sonunda öleceğiz bu mukadder Hiç olmazsa aşk ağacın menbaından yemişlendi Hayatı katledip terkedeceksen istekli Terket kaygının aşkını bir başka yol bul Ruhun aynası sefayı görmez, gönül bulanık Vazgeç, arayıp sorma, her şeyi mukadder bil *** Gönlü Arif olunca aşk Cevheri ile dopdolu Cihandan birlik kabul etmez varlığının daim sonsuzluğu Allah'ın birliği ile sarılmışsa dört bir yandan Verilse Sultan Süleyman'ın tüm mülkü hem kabul etmez Güzelliğin yarası uzaktır şifadan İhsan etsen bülbüllerin hoşluğunu merhem kabul etmez Alemin çirkefinden arınmıştır gönlün erbabı Verilse tüm alemin serveti dirhem kabul etmez Görenler bu dünyada temiz pak yüzlü dos Esad'ı Binlerle huri ve gılman verilse hem kabul etmez. KENDİ AĞZINDAN HAYAT HİKÂYESİ Ne düşündüğünden hafif çekinerek gözlerine bakıyorum. Düşünceli ama mutlu, gülümsüyor. “Aferin” diyor, “Hoşuma gitti. Hem de çok. Kendi gazelimi doksan iki sene sonra, büyük yeğenimin karısının ağzından duyacağımı söyleseler inanmazdım. Hoş... çok hoş... Talebelerimi de dinlerken hep keyif almışımdır. Epeyi bir zaman öğretmenlik yapmışlığım vardır. Ne kadar hayret ki, bu dünyadan ayrılışımın üzerinden doksan iki sene geçmesine rağmen, çocukluğumdan itibaren ne kadar net hatırlamaktayım. Selânik sanki sabah gezdiğim şehir, o kadar içinde gibiyim. Babam Receb Efendi, annem Ayşe Hanım, kardeşlerim Emin, Refik ne kadar yakın. Refik'in çocuklarından Vedia'yı özellikle severim. Eşi Halil Ali çok değerlidir. O ne ince düşünceli, ne alçak gönüllü, rind insandır. Aşirefendi'deki dükkânına uğrardım her ay. Bir kaç altınlık istihkakım vardı. Gönül insanıdır.” Hayatları geçmiş bir zaman diliminde kalmış onca insanın hâlâ yaşıyor gibi anılmaları hoş geliyor kulağıma. Hayatından dilimler anlatmaya devam ediyor Esad Dede: “On altı yaşımda Selânik muhasebe kaleminde görev almıştım. İstanbul'a geldiğimde yirmi üç yaşındaydım. Fatih civarında Çayırlı Medresesi'ne girdim. Şevket Efendi'den ve daha sonra Gelibolulu Adil Efendi'den ilim ve icazet aldım. Şeyh Temimi, Şeyh Şetvan ve Hoca Abdülkerim Efendi beni ilimleriyle beslediler. “Sonra, Yenikapı Mevlevihanesi Şeyhi Osman Salâhuddin Dede Efendi'ye intisab ettim. Ondan mesnevi ve füsus tederrüs ettim. Eskişehir Mevlevihanesi Şeyhi Hasan Hüsni Dede'den, Tarikat-ı Mevleviye, Mekke'de Süleymaniye Medresesi müderrisi İsmail Nevvab'dan Tarikat-ı İdrisiye, Magrib-i Mustafa Efendi'den de Tariki Şazeli icazetlerimi aldım. “İki kez Hicaz'a gitmiştim. Kudüs'e, Halilürahman ve Şam'a seyahatler yaptım, mübarekleri ziyaret ettim. İki kez de Konya'ya, Hazreti Mevlâna'ya vardım. Hepsi hakikât vadisinde yüce mertebelere ermişlerdir. “Mekke'de Hintli Şeyh Mehmet İmdadullah Hazretleri'ne katılmış ve iltifatlarına mazhar olmuştum. “Davut Paşa, Mahmudiye Rüşdi mekteplerinde ve Numune-i Terakki mektebinde Farisi okuttum. Fatih Camii'nde Mesnevi takrir dersi verdim. Gönül aşıklarına Kaside-i Taiye, Fususülhikem, Mesnevi, Divan-ı Hafız, Gülistan, Bostan, Pendi Attar, Kaside-i Süluki Hakani, Rübaiyat, Levayihi Cami, Kaside-i hamriye, Zevra, Havra, Menakibi Sipehsalar, Gülşen-i Raz...” Coşkusu aniden sessizliğe dönüşüyor. Sesi hüzünleniyor. “Bu dünyadan ayrılmadan iki sene önceydi... Bu dergâha...” Gözleri, çaresizlikle, beton sahada.. “...yani Kasımpaşa Mevlevihanesi mesnevihanlığına tayin oldum. Çayırlı medresesinden o vesile ile ayrıldım. Ama Fatih Camii'ndeki derslere hep devam ettim. Göğsüm sık sık sıkışır, zorlardı beni ama öğretmeye hiç ara vermedim. Ta ki, bu dünyadan çekilene kadar.” Kısa, nazik gülüşlerle sözü kesiliyor, “Hiç unutmuyorum” diyor, “Bir keresinde daha ölmeden öldürmüşlerdi beni. Dört sene boyunca Mekke'de fikir ve zikir aşk etmekle meşgul olduğum zamanlardı. 2 Ramazan 1317 (1901) tarihli Terceman-ı Hakikât gazetesinde Hicaz'da vefat eylediğim haberi çıkmış. Hemen bir mektup gönderip kibarca son derece canlı olduğumu ifade ettim kendilerine. Hey hat! Son kaçınılmaz. Bir sonraki haberi düzeltme şansım kalmamıştı artık. 13 Şaban 1329 (1913) son haberim oldu. “ Gözü yine top sahasında takılıyor. “Hiç anlayamıyorum çocuğum, ama hiç. Ben Hicaz'a giderken, medresedeki odamda bıraktığım kedimin bile bir senelik iaşesini emanet edip gitmiştim, zavallı per perişan olmasın diye. Hani bilseydim öbür taraftan geri dönüp de mezarımı bulamayacağımı, onun da bir çaresini düşünürdüm elbet.” Sonra gözü, basamakların ardında kalan modern! taş binaya dönüyor. “Şurası dergâhın koruluğu idi.” “Şimdi Sururi İlkokulu.” “Neyse, yine hayırlı bir iş yaratmışlar, Allah'a şükür.” Sonra, iki tuğla yığını bina arasında sıkışmış mermer kitabenin kırık taşlarına bakarak mırıldanıyor: “II. Mahmut'un tuğrası vardı kitabenin üzerinde. Ona ne olmuş olabilir ki?” “Ne olacak Esad Dede, bir yeni paralının bahçe musluğuna ayna falan olmuştur herhalde.” “Anlayamadım çocuğum.” “Çalınmış yani. Parçalayıp götürmüşler.” ŞİMDİ BOKSÖR YAŞAR'IN MEZARI... Ben Esad Dede'nin hayatını anlatırken saydığı çok kelimeden çoğunu nasıl anlamadıysam, o da bizim insanımızı anlayamıyor. Alanın uzakça bir köşesinde, hazireden nasılsa kalmış yeşil boyalı kabiri fark ettiğinde bir ümit soruyor: “O mezar?” “Evet, bir Mevlevi mezarı ama siz üzerinde yazan ismi bile okuyamazsınız. Herhalde semt sakinleri kendilerine göre önemli gördükleri birini gömmüşler, eski mezarın üzerine.” “Kim ola ki o?” Trajikomik cevabımdan hem sıkıntı alıyor, hem gülümsememe zor hakim oluyorum. “Boksör Yaşar.” “Allah Allah...” der gibi dudak büküyor Esad Dede. Bahçenin bir diğer köşesinde, mermerleri parçalanmaya başlamış Atatürk büstünü işaret ediyorum, Esad Dede'ye. “Siz doksan iki sene sonra döndünüz ne kadar üzüldünüz Esad Dede. Atamız gideli...” “Atamız?” “Siz onu Mustafa Kemâl olarak bilirsiniz... O gideli altmış yedi sene oldu. Hem de bize koca bir Cumhuriyet ve daha neler bırakıp gitmişken... Bir dönse...” İkimiz de hüzünlü bir suskunluğa gömülüyoruz. Niyazi Sayın, Uşşak Taksim'i bitirmiş, Evçârâ Taksim'e geçiyor. “Acaba” diyor Esad Dede, top sahasına bakıp, “Mezarım şu kocaman gri taşın altında mı uyumakta?” Onu biraz ümitlendirmek, neşelendirmek istiyorum. “Arayacağız daha Esad Dede. Belki de nakil etmişlerdir bir başka mezarlığa.” “Hay Allah, aklıma takıldı şimdi, geriye giderken içim hiç rahat olmayacak. Nasıl haber alabilirim ki?” “Nasılsa tekrar buluşacağız sizinle. O zamana kadar siz bu akşamın hüznünü unutmaya çalışın, hiç kolay olmasa da.” “Üzerindeki kitabeyi söyleyeyim mezarımın. Belki öylelikle daha rahat bulursunuz:” Mesnevi han kenzi esrarı hikem Esad Dede Feyzi nutkun ahz edenler söyledi tarihini Alemi devranda dervişi hüma pervaz idi Gitti suyı lâmekâne nasıhı mümtaz idi “Biliyorum, Emin Mahmut Kemâl Bey'in kitabında okumuştuk. Pamir de aynen şöyle yapmıştı tercümesini:” Mesnevi han, değerli sırlara hakim Esad Dede Nutuklarından feyz alanlar düştüler tarihi Dönen cihanda derviş yüksekte uçar idi Gitti tarafına yersizlerin, öğütleri seçkin idi. Gülümsüyordu Esad Dede. “Hoş... çok hoş” dedi, “Ne güzel bunca yıl sonra, mezarsız da olsam anılıyor olmak. Sağ olun, var olun çocuğum. Pamir'i de öp benim için. Sanırım artık gitmek zamanıdır. Bahar akşamı falan ama yine de serin. Bana bir şey olacağından değil, seni üşütmeyelim. Benim gönlümden sizin gönüllerinize pencere açılmış ya, artık gam yemem, ne yapalım mezar taşım olmasın.” Yavaşça postunu toplayarak ayağa kalkıyor. “Ayrılacağımıza üzülüyorum” derken, hakikâten üzgünüm. Gülümsüyor, elini omuzuma koyarak. “Ayrılıklar zâhirdedir. Mânâ ve gaye itibariyle her şey birdir ve birleşmiştir. Sen, yeter ki, gönül pencereni açık tut.” Kanatlarım hafiften çırpınmaya başlıyorlar yanıbaşımda. Yola çıkmaya hazırlar belli ki. “Sizi bırakalım bir yerlere” diyorum. Gözleri gülümsemeyle çekiliyor. “Beni bırakmak mı? Ben gittiğim yerden hiç ayrılmadım ki aslında.” Şaşkın, anlamaya çalışıyorum. Başını kaldırıp üzerimizde süzülen kuşu gösteriyor. “Bak” diyor, “Kuş havada, kanıyla canıyla uçuyor. Ama yerde gördüğün gölgesi, kuşun aynı kendisi. Her gölgenin bir gerçeği vardır. Haydi hoşça kal.” Zihnimin kanatları açılıp beni aralarına alana dek Esad Dede'yi göremez oluyorum. Mercan Dede'nin Nar'ı Şems'i çalmaya başlıyor hafiften, Kasımpaşa Mevlevihanesi'nin haziresinden yükseliyoruz, kanatlarımla beraber. Nar albümü de bana sevgili, güzel genç dostum Safter Taşkent tarafından hediye edilmişti. Acaba tahmin ederler miydi, Mercan Dede ve Safter, bir gün onların armağanlarını Esad Dede'ye dinleteceğimi, rüzgârlı, serin bir bahar akşamında İstanbul'un. Kasımpaşa sırtlarına yükselirken aşağıda kalan mevlevihanenin basamaklarına bakıyorum. Birden, basamakların önünde hazire beliriyor, Mevlevi dedeleri mezarlarında huzur içinde yatıyorlar. Sema-hane taş üstüne taş şekilleniyor. Kandillerin puslu ışığı vuruyor dışarıya. Kanun, kemençe, keman ve Isara'nın hüzünlü sesi Nar-ı Can'a hayat verirken, sema-hanede semazenler dönüyor, dönüyor. Onlara özenmiş olmalı, kanatlarımın biri gök yüzüne doğru açılıyor, bir diğeri yere çevriliyor ve kendi etrafımızda döne döne uçuyoruz. Acaba gölgemiz vurmuş mudur yere? Her halde evet. Her gerçeğin gölgesi olduğuna göre. Nar-ı Seher başladı çalmaya. Mercan Dede flütünü ağlatıyor. Seher vakti yaklaştı. Eve dönüyorum, gölgemi Kasımpaşa Mevlevihanesi'nde bırakıp. |
1 yorum:
merhaba nesrin hanım;
notumu okumak nasip olur mu bilemiyorum.Esad Dede ile alakalı bir kitap çalışması yapmak niyetindeyken internette neler var merakıyla google' un dipsiz derinliklerine çıktığım gezide Esad Dede' nin medfun olduğu mekanı arama maceranız ve akrabalığınızdan haberdar oldum.Esad Dede' nin mezarının Kasımpaşa Mevlevihanesin'de meydana gelen bir yangın sonrasında bir başka mekana nakledildiği bilgisini iletmem sanırım sizi mesrur edecektir.Kısmetse birlikte ziyaret eder ruh-ı azizlerinden feyzyab olmak bahtiyarlığına erişiriz.Size ulaşabilmek için şuan bu notu bırakmanın dışında ne yapabilirim onu da bilemiyorum. Umarım bir yerlerden tlfnunuzu bulabilirim. Gönlüm bu bilgiyi Pamir Bey hayattayken ulaştırmış olmayı isterdi.Ama Pamir Bey' in mana aleminde Esad Dede' yle bizzat buluştuğuna olan inancım üzüntüm için teselli kaynağıdır.
Görüşebilmek arzusu ile...
Ali
mail adresim:aliya_tr@hotmail.com
Yorum Gönder