şık-Karadelik İlkesi Bağlamında Münevver Ayaşlı | | Yazdır | |
Cem YAVUZ Karadelik'çe sağdan yutulmuş bir Münevver olarak Ayaşlı'ya, yaşam öyküsünün de işaret ettiği vechile, son dönemlerin moda tabiriyle 'Beyaz Türk' demek mümkün. Tabii önemli bir farkla: Şimdikiler sonradan görme ve ne yapsalar 'Kir Beyaz'lar; Ayaşlı ise önceden görme ve 'Kar Beyaz'!
“... Yakıtını tüketip ömrünün sonuna yaklaşan ağır yıldızlar, muazzam bir süpernova patlamasından sonra, geride çoğunlukla bir karadelik bırakırlar. Karadelikler doğrudan görülemezler; zira ışığın dahi kendilerinden kaçamayacağı bir yoğunluğa ve çekim etkisine sahip yapılardır...” Yukarıdaki ilkenin, Osmanlı'ya dair cümle hikayatta şöyle ya da böyle, az ya da çok işlediği görülecektir. Bir karadelik olarak Osmanlı da (benzetmeden alınabilecekler için baştan belirtelim; karadelikler ne deliktir ne de mutlaka kara olmaları gerekir!), doğrudan (nesnellikle!) görülemez; zira çekim etkisinden ışık bile kurtulamamaktadır. Dolayısıyla ışığın sağdan, soldan, batıdan ya da doğudan geliyor oluşunun, bu noktada hiç bir anlamı yoktur. Her halükârda yutulmuş ışık, bize berrak bir görünüm sunmaktan çok uzaktır çünkü!.. Bu itibarla, son devir havâssından Münevver Ayaşlı ve yazdıkları bâbında söz konusu ışık-karadelik ilkesinin geçerliliğinin bir kez daha teyid edildiğini görmek, doğrusu bizi pek şaşırtmıyor. Münevver Ayaşlı'yı, sönmeye yüz tutmuş bir güneş sistemi içerisinde adı anılır bir nokta olmaya taşıyan hadise, Sadullah Paşa ailesine gelin gidişidir. 19. asrın mümtaz isimlerinden edip ve şair Sadullah Rami Paşa, Hacı Bayram-ı Veli'nin ikinci halifesi Bünyamin-i Veli ahfadından Ayaş Müftüsü Hasan Efendi'nin torunu; imparatorluk valilerinden Esad Muhlis Paşa'nın oğludur. Sadullah Paşa Abdülaziz Han'a mütercimlik etmiş, ardından mabeyin başkatipliğine getirilmiş; Sultan Abdülhamit döneminde de Berlin ve Viyana'da sefirlikte bulunmuştur. Nihayet, Sadrazam Küçük Said Paşa'nın tezviratıyla iyice gözden düşen paşa, 18 Ocak 1891'de, Viyana'da sefaret makamındayken intihar ederek hayatına son verir. Münevver Ayaşlı'nın Nusret Bey'le evlenerek, Sevahilnamedeki: “İşte buldum sana sallanmağa bir özge mahal Sözümü dinle rakîbâ yalnız Çengel'e gel” mısralarının çağrısı mucibince yerleştiği Sadullah Paşa Yalısı'nı hâvi Çengelköy, elbette şimdi bilhassa hafta sonları sivil (başıbozuk!) güruhun İsmail'in fırınından alınacak küçümen simitlerin, kol böreğinin ve Çınaraltı kahvesinin hercümercine uyarak pây-mal ettiği bir dünyalık değil; konturlarını Vahdettin, Orhan Seyfi Orhon, Bursalı Tahir Bey, Serezli Ali Paşa vd. gibi pek mühim zevatın attığı bambaşka bir âlemdir!.. Hayatı: Münevver Hanım, yaşamını, “Hicri 1322 - Miladi 1906 senesinde Selanik'te doğdum” cümleleriyle hikaye ederken, bu noktada derhal “esaslı” bir şerh düşer: “Fakat umumi manada anlaşıldığı gibi 'Selanikli' değilim, Türküm. Babam askerdi. Devletimizin hudutları içinde olan Selanik'te vazifeli olarak bulunduğu bir sırada dünyaya gelmişim...” Eğitimini Alman okulu ve Fransa'da “College de France” ile “Şark Dilleri” okullarında tamamlayıp Arapça ve Farsça'yı da özel derslerle öğrenen; eşi Sadullah Paşazade Nusret Ayaşlı'yı kaybettikten sonra, 1947 senesinde yeniden gazeteciliğe başlayan Münevver Ayaşlı, 20 Ağustos 1999'da vefat eder. Karadelik'çe sağdan yutulmuş bir Münevver olarak Ayaşlı'ya, yaşam öyküsünün de işaret ettiği vechile, son dönemlerin moda tabiriyle 'Beyaz Türk' demek mümkün. Tabii önemli bir farkla: Şimdikiler sonradan görme ve ne yapsalar 'Kir Beyaz'lar; Ayaşlı ise önceden görme ve 'Kar Beyaz'! Yeni-köksüz-türedi bir burjuvaziye ve onun kul-köle olduğu hüdayınabit değerlere karşı eskinin köklü-soylu-müstabid değerlerini ihya ve müdafaayı seçen Ayaşlı, Pertev Bey ailesinin serencamını anlattığı ve şu sıralar televizyona da uyarlanan, Üç Kızı-İki Kızı-Torunları roman serisinde (Şimdilerde bu tür eserleri nehir-roman diye adlandırmak pek makbul; bakalım ırmak-şiir, akarsu-öykü, lağım-anlatı vb. başlıklar ne vakit keşfedilecek!), bu çatışmayı bizzat tecrübe ediyor; ve fakat yaşatamıyor. Evet; yaşıyor ancak yaşatamıyor; çünkü maksudu romandan çok, dünya görüşünü dolaysızca, kendi tabiriyle “empoze etmek.” “Pertev Bey'in Üç Kızı”, koca bir imparatorlukla birlikte yitip giden kültürel mirasın ardından yakılan bir ağıt... Reddi mirasçı Cumhuriyet'e duyulan şiddetli öfkenin edebiyatın üstünden aşıp satırlara taştığı taslak bir metin önümüzde duran... Osmanlı'nın, süpernova patlaması diyebileceğimiz son demlerinin işlendiği ilk bölümde, 1900'lü yılların başlarına, Osmanlı ordusu subaylarından Pertev Bey ailesinin konağına gidiyoruz. Geleneksel değerlere bağlı, yozlaşmamış bir 'Son Osmanlı' numunesi olarak Pertev Bey, bir yandan da dönemin batılılaşan hayatına ayak uydurmak gibi bir paradoksu yaşamaktadır. Aslında söz konusu paradoks, yazarla birlikte, kitabın ilk bölümünün çevresinde örüldüğü tüm tiplemelerin ortak paradoksu biçiminde belirmekte. Ancak pek çokları gibi Ayaşlı'nın da farkında olmadığı nokta şu ki, “Paradoks, gerçeklik içindeki bir çatışma değildir. O, gerçeklikle, sizin gerçekliğin nasıl olması gerektiği yönündeki düşünceniz arasındaki çatışmadır!” Üç kızımız Selmin, Berrin ve Nermin içinde, önceliği Selmin alır... Kuzeni Halet ile büyük bir aşk yaşayan Selmin'in 'güzel günler' düşleri, Halet'in Çanakkale'de şehit düşmesi ile yıkılıverir. Osmanlı da öyle. Yenilmiş, işgale uğramış, İttihatçılar sayesinde yükselen çapulcuların, 'dönmelerin' elinde yağmalanmış İmparatorlukta artık dara düşen Pertev Bey Ailesi, yıllardır yaşadıkları konağı terk etmek zorunda kalırlar. Bu arada Selmin, sekreterliğini yaptığı, sonradan görme bir iş adamının metresi olur ve babası tarafından evden kovulur...
DERSAADET’TE SNOW-WHİTE İkinci bölüm Cumhuriyetin kuruluş yıllarına odaklanır. Bu dönemle birlikte, adeta sıkı bir ihanet faaliyetine girişilerek, Batılılaşma uğruna geleneksel değerler hızla tasfiye edilir; ülke dilinden, kültüründen, tarihinden koparılır. Bu bölümde Ayaşlı, Ankaralı yeni izzet ve ikbal sahiplerinden bir bankacı ile küçük kız Nermin'in izdivacı 'plot'undan hareketle, İstanbul-Ankara, Osmanlı-Cumhuriyet mukayese-muhasebesine girişir... Nihayet, anne Azize Hanım'la kalan iki kızı, koskoca bir imparatorluktan kofkoca bir cumhuriyet çıkaran Ankara'yı hayal kırıklığı içerisinde terkederler; mazideki mesut-bahtiyar günlerine, yalnızca geçmişte sürdürdükleri hayat tarzına dönerek kavuşacakları yanılsamasına tutuna tutuna... Ayaşlı, kadîm meselemiz Doğu-Batı çatışmasını da kadın-erkek ilişkileri dolayımında teşrih masasına yatırıp bir çırpıda “hal” ediveriyor. Şöyle ki; Pertev Bey'in Selmin'e talip olan Avusturyalı soyluya, “Azizim Kont, ben sizi çok severim ve takdir ederim, fakat nasıl olur, İslam bir kızla Hıristiyan bir erkeğin evlenmesi, bir Türk kızının bir Avusturyalı ile evlenmesi, bu imkan ve ihtimal haricindedir” demesi kâfi gelmemiş olacak ki, Münevver Hanım dayanamayıp mevzuya müdahil oluyor ve Kont'a haddini bildiriyor (haydii, nehir-roman boz bulanık): “Senin ecdadın Viyana'da mahpus iken, Selmin'in ecdadı Merzifonlu Kara Mustafa Paşa çadırında idi. Hatta Selmin'le evlenmiş olsaydın bile, Selmin'in bütün Avrupai zevahirine rağmen, sen Viyana'da muhasara'da, Selmin ise Osmanlı çadırında ve hedefi Viyana “Kızıl Elması” olacaktı.” Pertev Bey'in evi de, bir tür Osmanlı alegorisi olarak değerlendirilmeye açık; saraydan… gecekonduya: “...Pertev Bey, Azize Hanım ve üç kızlarından başka koca köşkte Türk var mıydı? Matmazel Durand mürebbiye Fransız. Katina Nermin'in dadısı Rum, Bezmiyar kalfa Çerkez. Gülfem kalfa Afrikalı zenci ve Lala Dilaver ağa Çerkez, sofracı ve ütücü 4 kız Rum, bahçıvan Arnavut, yamağı Hırvat, evin gedikli sütçüsü, kaymakçısı Bulgar, arabacı Rum, seyisler Arap, ayvaz Ermeni...” Elbette hiç periferide bulunmadığı (halk nedir diye düşünür arada bir işittiği!) için, Osmanlılık fikriyatını da içinde yer aldığı merkeze göre kuran Ayaşlı, yukarıdaki temsilden hareketle, dönemin Türkçülerine verip veriştirir: “...Bir imparatorlukta kavmiyet yaparsak o İmparatorluktan vazgeçilmiş demektir. İmparatorlukları hiç bir şey dar, küçük ve kısır fikirler kadar yıkamaz. Türk Ocakları ve Ziya Gökalp'in fikirleri bu sakat ve yanlış yolun ilk yolcuları. İşte böylece koca canım İmparatorluk 'Misakı Milli'ye kadar düşer, yani saraydan konağa, konaktan eve, evden gecekonduya...” Çöküşün (ve karadeliğe dönüşmenin) başlıca müsebbibi İttihatçıları da, “...Üzerlerine Allahın laneti yağsın” sözleriyle itmam eden Münevver Ayaşlı, artık tam bir haminne psikolojisi içinde, adeta döne dolaşa hayaletleriyle konuşmaya dalar, gider: “Evet Halet, siz civanmert, asil Türk evlatları cephelerde dövüşürken arkanız emniyette değildi (...) Ada'daki eviniz bir dönme İttihatçıya rehin edildi(...) Cüzi bir paraya dönmeye veya Yahudi'ye ipotek... Böylece Türk hanumanı, her gün bir Türk ocağı söner ve yıkılırken, İttihatçılar milletle alay eder gibi 'Türk Ocağı' kuruyorlar ve her tarafta şubeler açıyorlardı...” Sırası gelince, Nermin'in şahsında Ankara ve Cumhuriyet'le hesaplaşmayı da ihmal etmez Ayaşlı: “Yalnız Nermin mi? Bütün Türkiye, 1929 senesinde yazısından, lisanından, edebiyatından, an'anesinden, tarihinden kopmuş, kökünden kopmuştu... Harf İnkılâbı; koca Türk çınarını yıkmış, onu bir mantar gibi köksüz hale getirmişti. Kitabı mukaddes, manevi keşmekeş ve felaket olarak Babil'deki lisan hercümercini anlatır, kimse kimseyi anlamayan bir belde; ana evladı, evlat anayı, sevgililer birbirlerini anlamıyorlar, ifade ve lisan anlaşılmaz hale gelirse haliyle zekâ da felce uğruyor. İşte bu Babil Felaketi, misli başka bir yerde gösterilemeyecek keşmekeş, modern zamanlarda yalnız Türkiye'nin başına geldi...” Evet… Dersaadet'in snow-white'ı edasıyla, “İstanbul'un şen, şuh bir hikayesi yerine, tarih ve felsefesini” anlatma iddiasına kapılıp giden Münevver Ayaşlı'dan geriye, daha ziyade çok paşalarlı Boğaziçi Medeniyeti'nin, tarih yaprakları arasına gömülen yalabık silueti kalıyor... Osmanlı'nın Pertev beyleri ya da Cumhuriyet'in Ertev aileleri... Ha tarihi kendi varoluşlarıyla kâim zannetmeyi asaleten (!) tevarüs eden kar beyazlar; ha mirası mülk zannedip, onun sahibinden çok kelbi olan türedi kir beyazlar; hepsi aynı yankısız boşlukta yitip gidiyor… Yani ne demiştik: Yutulmuş ışık, bize berrak bir görünüm sunmaktan çook uzaktır!..
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder