4 Şubat 2009 Çarşamba

Yas yaraşır dervişe..

as Yaraşır Dervişe...| Yazdır | E-mail

İSTANBUL'UN ÜÇ EFENDİSİ

 

Günümüz İstanbul'un da eski İstanbullular'ın en sık ziyaret ettikleri semt Koca Mustafa Paşa'dır. Özellikle Ramazan ayı boyunca Koca Mustafa Paşa, İstanbul'un içinden ve dışından gelen binlerce misafirle dolar taşar. Bu ziyaretçilerin ilk uğrakları, semtin merkezinde yeralan Ramazan Efendi Camii'dir. Ünlü mutasavvıflardan Ramazan - ı Mahfi'nin türbesi, adıyla anılan camisi gezilirdi. Camii'nin en büyük özelliği, iç duvarlarının İznik çinilerinin en görkemli dönemi 16. yüzyıla ait mercan kırmızısı çiniler ile kaplı olmasıdır.

Ramazan Efendi Camii'nin ardından ziyaretçilerin uğrak yeri Sümbül Efendi Camii'dir. Sümbül Efendi ve kurduğu Sümbüliyye tarikatinin şeyhlerinin mezarları bu caminin avlusunu çepeçevre saran türbelerdedir. Sümbül Efendi, İkinci Beyazıt döneminde padişahın daveti üzerine İstanbul'a yerleşen Halveti şeyhi Çelebi Halife'nin damadıdır. Kayınpederinin ölümü üzerine onun makamına oturmuş ve kendi adıyla anılan tarikati kurmuştur.

Asıl adı Sinan olmasına rağmen Sümbül Efendi adıyla anılmıştır. Çiçeklere, tabiata sevgisiyle şöhret bulan Sümbül Efendi'ye şeyhlik yolunu da çiçekler açmıştır. Sümbül Efendi ve arkadaşları bir gün şeyhiyle birlikte kırlara çıkar. Şeyh herkesten çiçek toplayıp getirmesini ister. Efsaneye göre bütün dervişler en güzel çiçekleri bularak şeyhlerine hediye ederler. Ancak Sümbül Efendi, elinde sararıp - solmuş, kurumuş bir çiçekle çıkagelir. Şeyh niye böyle bir çiçeği kendisine hediye etmek istediğini sorar Sümbül Efendi'ye. "Hangi çiçeğe yaklaştıysam, onu Allah'ı zikrederken buldum. Sadece bu ölmüştü ve Allah'ı anmıyordu. Onun için size bunu getirdim" der. Bu Sümbül Efendi'nin "kemâle ulaşması"nın işaretidir. Önce hilafet postuna oturur, sonra da Çelebi Halife'nin ölümünün ardından, şeyhlik makamına yükselir.

Sümbül Efendi Camii avlusunda Hz. Hüseyin'in kızlarına ait olduğuna inanılan "Çifte Sultanlar Türbesi" ve yıkıldığında kıyametin kopacağına inanılan kurumuş bir çınar ağacı bulunmaktadır. Bu ağacın yıkılmasının dünyanın sonu anlamına geleceği söylentisi yüzünden olsa gerek ki, ağacın gövdesi bir türbe içine alınmış, dalları için de beton destekler hazırlanmıştır. Yine aynı bahçe de Müslüman olmuş bir Bizans imparatoriçesinin mezarı olduğuna inanılan, "Sıdıka Hatun"nun mezarı da ziyaretçilerin uğrak yeridir.

Ramazan ayı boyunca hem Ramazan Efendi, hem de Sümbül Efendi Camii'nin önünden kalkan dolmuşların üçüncü uğrak yeri Merkez Efendi'dir. Doktorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu döneminde şöhrete kavuşan Merkez Muslihiddin Efendi, Sümbül Efendi'nin damadıdır. İkisi de Halveti şeyhi olmalarına rağmen, Halvetilik içinde yeni kollar kurmuşlardır. Merkez Efendi'nin bugün ziyaretgâh olan mezarı Mevlanakapı'nın karşısında yeralan Merkez Efendi Camii'nin türbesindedir. Caminin mezarlıkların bulunduğu haziresi, 20. yüzyılın belki de en ilginç tarikatlerinden olan "Rıfailer"in önemli isimlerinin mezarlarına da ev sahipliği yapmaktadır.


 

KERBELA’DA NELER YAŞANDI?

 

Hz. Muhammed'in ölümünün ardından Hz. Ebu Bekir halife seçildi. Onun ardından da sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali hilafete geçti. Ancak hem Hz. Osman'ın hem de Hz. Ali'nin hilafet dönemleri iç karışıklıklarla dolu. Bu karışıklıklar sonucunda Hz. Osman, Medine'de şehit edildi. Hz. Ali de halifeliğini tanımayanlara karşı Cemel ve Sıffin'de savaştı. Ordusundan ayrılan Hariciler'le Nayrevan'da karşılaştı. Onları bozguna uğrattı. Ancak bir sabah, namaz kılmak için camiye giderken uğradığı saldırı sonucunda şehit oldu.

Yerine oğlu Hz. Hasan geçse de hilafeti uzun sürmedi. Şam'da o sırada halifeliğini ilan eden Hz. Muaviye ile anlaşarak, halifelikten çekildi. Hz. Muaviye'nin ölümünün hemen ardından ise halifenin seçimle gelmesi kuralı unutuldu. Çünkü Hz. Muaviye yerine oğlu Yezid'i bırakmış ve İslam tarihinde ilk defa bir hanedan oluşturma yoluna gitmişti.

Hz. Ali'nin o sırada hayatta olan diğer oğlu Hz. Hüseyin bu halifeliğin babadan oğula geçmemesi gerektiğini öne sürerek Yezid'e biat etmedi yani bağlılık bildirmedi. Önce Mekke'ye, ardından da Medine'ye gitti. O dönemde Emeviler'in yönetiminden hoşnut olmayan Kufeliler'in isteği üzerine, Medine'den Kufe'ye gitmek için yola çıktı. Yolu Yezid'in Kufe Valisi Ubeydullah bin Ziyad'ın gönderdiği ordu tarafından kesildi. Hz. Hüseyin'in yanında Hz. Muhammed'in soyundan gelen çok yakın akrabaları, çocukları ve yeğenleri yer alıyordu. Karşısındaki ordunun kumandanı ise Ömer bin Sa'd bin Ebi Vakkas'tı. Hz. Hüseyin, Kerbela'da konaklamak zorunda kaldı. Medine'ye geri dönme isteği kabul edilmedi. Birkaç gün sonra ise kafilenin Fırat nehrinden su alması engellendi. 10 Muharrem'de, Yezid ordusunun saldırısı sonucunda içlerinde Hz. Hüseyin'in de bulunduğu 72 kişi öldürüldü. Kafilenin geri kalanı ise esir alındı ve Şam'a gönderildi.

Bu olay İslam tarihinin en önemli dönüm noktası ve trajedisi oldu. Hz. Muhammed'in torunlarına yani Ehl-i Beyt'e karşı yapılan katliam hiçbir zaman unutulmadı. Ehl-i Beyt taraftarları Şia adını aldı. Tüm tarikatler bu olayı anmaya başladı...

Murat ÖZER

İstanbul tekkeleri öldürülmesinin üzerinden yüzlerce yıl geçen Hz. Hüseyin'in yasını tutmayı sürdürüyor.
Kerbela Olayı'nın anısı dervişler tarafından bugün de korunuyor. Dervişler bir ay yemekten, içmekten kesiliyor. Dergâhlarda müzik aletleri rafa kalkıyor. Muharrem'in 10'uncu gününde aşureler hazırlanıyor. Dervişler, Koca Mustafa Paşa Sümbül Efendi Camii'nde buluşup Hz. Hüseyin'e mersiye okuyor.

 

Tekke, derviş, Muharrem, Hasan, Hüseyin... Bu sözcükleri yanyana gördüğünüzde tasavvuftan, tarikatten, dervişten kapı açacağımızı anlamışsınızdır. Günlük hayatta artık çok fazla yeri olmasa da, Türkiye'de, özellikle de İstanbul'da hâlâ pek çok tekke ve dergâh mevcut. Bunların çoğu da sanıldığının aksine, parti ve siyaset dışı, mahalle dergâhları.

İşte bu dergâhlar ve dergâhın takipçileri dervişler, içten içe yüzlerce yıllık bir kültürü yaşatıyor. Söz ettiğimiz sadece haftanın belli günlerinde yapılan zikir ve ayinler değil. Müslümanlar'ı daha derinden etkileyen bir olayın, Muharrem ayında, Hz. Hüseyin'in şehit edilişinin yasını tutuyor dervişler. Ancak televizyonlarda alıştığımız zincirlerle kendini dövme, kılıç ve pala ile kendini yaralamadan uzak bir yas biçimi bu. Günlük hayatı daha derinden etkileyen bir tarzı var bu yasın. Sudan, cinsellikten uzak durulan bir ay Muharrem ayı dervişler için.

Dergâhlarda tarikatin içinde bulunduğu gruba göre farklı zikir türleri var. İki ana gruba ayrılıyor tarikatler; sesli zikir yapanlar, sessiz zikir yapanlar. Kamuoyunun ismini sık sık duyduğu Nakşibendi tarikatında zikir sessiz. Nakşibendi müridleri dua ve zikirlerini sessizce, içinden yapmakta. Kadiri, Cerrahi, Halveti gibi tarikatlerde ise zikir sesli. Yani dervişler, Allah'ın isimlerini yüksek sesle tekrarlayarak ibadet etmekte. Sesli zikir yapılan tarikatlerin pekçoğunda zikir müzik eşliğinde yapılmakta. Özellikle Mevlevilik'te, yapılan ayinlerde müziğin ve müzik aletlerinin inanılmaz bir yeri var. Sesli zikir yapan diğer tarikatler de Mevleviler'den geri kalmaz. Onlarda da ilahi, kaside, gazel okunur zikir sırasında. Kudüm, bendir, kanun çalınır, ney üflenir. Ancak bunların hepsi yılın on bir ayı için geçerli. Muharrem ayının girişiyle birlikte dergâhlarda bir aylığına tüm müzik aletleri rafa kaldırılır.

İsmini vermek istemeyen bir Cerrahi dervişine göre Muharrem'de dervişin hayatından çıkıp giden sadece müzik değil. Muharrem yasını tutanlar hüzünlü durmaya çalışır tüm ay boyunca. Elbette hüzne bir de bedeni zevkleri terk etme eklenir. Evliler eşlerinden vazgeçer. Yılına göre 29 veya 30 gün süren Muharrem, müritlerin cinsel perhizle geçirdikleri bir aydır. Kuvvetli müritler ayın ilk on gününde oruç tutar. Oruç tutmayanlar ise tıka basa yemek yemez, su içmez. Ancak bir insanı ayakta tutacak kadar suya izin vardır. Kerbela çöllerinde susuz şehit olanların anısıdır dervişleri susuz bırakan.

Dergâhın kapısı herkese, her gelene açıktır. Yemek zamanı, mutfakta ne pişerse yer sofralarında ikram edilir. Muharrem'le birlikte yemeklerin tuzu artar. Sadece tuzu arttırmakta kalmaz dervişler. Susuzluğu daha fazla hissetmek için tuz yalayanlar da olur. Sofralara tuz eklenirken, su sürahileri sırra kadem basar. Dervişler evlerindeki sofralarda da sürahi bulundurmaz bir ay zarfınca.

Muharrem boyunca derviş süslenmez, saçlarını taramaz, sakalını traş etmez. Ancak zorunlu hallerde bu davranışlardan taviz verilir. Derviş bir ay boyunca şık giyinmez. Geçmiş yüzyıllarda dervişlerin bir ay boyunca kirli giyindikleri anlatılır dergâhta. Muharrem'in ilk gününde başlayan matem, Hz. Hüseyin'in şehit edildiği onuncu günde zirveye çıkar. O gün tüm müridler siyahlara bürünür...


ÇİFTE "VAV"LI AŞURE

Muharrem'in onuncu gününde yaşananlar elbette sadece siyah giymekle sınırlı değil. Bugünün özel bir yiyeceği var: Aşure. Zaten Muharrem'in 10'u için tasavvuf literatüründe geçen isim "Aşure Günü." Osmanlı devrinden kalma bir adet 10 Muharrem'de aşure yapmak. Ancak o gün yapılan aşureyi diğerlerinden ayıran bir özellik var. 10 Muharrem aşuresi "çifte vav"lı yapılır. Yani kazandaki aşureyi karıştıranlar kepçe ile "vav" harfi çizer kazanın içerisinde. Ebced hesabına göre çifte vav harfi, Allah ismi ile aynı matemaktiksel rakama denk gelir. Dervişin hayatın her anında Allah'ı zikredişinin sembolüdür aşuredeki "çifte vav."

Dergâh veya tekkedeki tüm yemekler aşçının elinden geçerken, Muharrem aşuresi tekkenin statü itibariyle üçüncü adamı olan "Meydancı" tarafından hazırlanır. Meydancı adından da anlaşılacağı üzere, tekkenin idari işleyişini üzerine alan kıdemli bir mürittir. Sabah namazının ardından ocağa konan aşure, şeyhin katılımıyla hazırlanır. Şeyh, günün mânâ ve öneminden dolayı aşure kazanının başına gelir.

Bugün evlerde pişirilmesi adet olan aşure, Osmanlı İmparatorluğu döneminde sadece tekkelerde hazırlanırdı. Ancak İstanbul'da 350'nin üzerinde tekke olması ve hepsinde aynı gün aşure yapılması, kaçınılmaz olarak bir kısmının bozulmasına neden oluyordu. İşte bu yüzden Sultan III. Ahmet aynı gün tüm dergâhlarda aşure yapılmasını yasakladı. Bunun yerine sıra ile hazırlanır oldu 10 Muharrem aşuresi.

Aşure konusunda dün ile bugün arasında bulunan fark bununla sınırlı değil. Eskiden aşure daha akışkan ve sulu yapılırken, şimdi daha katı tutuluyor. Sunumu da günümüzde çok farklı. Bugün tabaklar içerisinde getiriliyor aşure. Oysa Osmanlılar döneminde genellikle porselenden imal edilen "Aşure Sürahileri"nde ikram edilirdi. Her aşure sürahisinin kapaklı, kapaksız bardakları da olurdu.

Bunca değişene rağmen tekkelerin bir diğer değişmeyeni 10 Muharrem'de yapılan ziyaretler. O gün dervişlerin uğrak yeri Koca Mustafa Paşa Sümbül Efendi Camii. İstanbul'un fethinden hemen sonra başlayan Ehl-i Sünnet tarikatlerin Sümbül Efendi Camii ziyaretleri günümüzde de devam ediyor. Öğle namazının öncesinde camiye gelen müritler, öğle namazının ardından mevlide iştirak ediyor. Hemen ardından da sırf bugüne mahsus bir müzik formu olan "Muharremiye"ler okunuyor. O gün Sümbül Efendi Camii, başlarına "arakiye," sırtlarına "haydariye" geçirmiş müritlerle doluyor. Daha kıdemli müritler ise tarikatten tarikate değişen "tac-ı şerif" ve cübbe giyerek törenlere iştirak ediyor.

"Hz. Ali ve Ehl-i Beyt sevgisi o kadar yaygındır ki, pek çok mürit o gün ölmeyi ister. Yaşlı müritlerden Harun Baba isminde bir mühtedinin hikâyesini dinlemiştim. Harun Baba, Hıristiyanlık'tan Müslümanlığa geçen biri. Sonra da Halveti tarikatine girmiş. Şeyhliğe kadar da yükselmiş. Dervişlerine, eğer 10 Muharrem dışında bir gün ölürsem, cesedimi köpeklere atın diye vasiyet etmiş. Hakikaten 10 Muharrem'de, 'Su, su' diye inleyerek vefat etmiş" sözleriyle anlatıyor 10 Muharrem'in dervişler için kıymetini, ismini vermek istemeyen Cerrahi dervişi.


MANASTIRDA PEYGAMBER TORUNU

Bugün de dervişlerin uğrak yeri olan Sümbül Efendi Camii, İstanbul'un en eski dergâhıdır. Eski bir Bizans kilisesi ve manastırından dönüştürülen cami ve dergâh, Osmanlılar için de çok önemliydi. Çünkü bu dergâhın bahçesinde, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in kız torunları, "Çifte Sultanlar" yatıyordu. İnanışa göre Bizanslılar'ın eline esir düşen iki kızkardeş, İstanbul'a getirilir. Şimdi Sümbül Efendi Camii'nin bulunduğu yerdeki Bizans kilisesinin manastırına kapatılan iki kızkardeşe Hıristiyan olmaları için süre tanınır. Sürenin dolmasına bir gün kala iki kız kardeş de ölür. Kilisenin bahçesine defnedilen kızkardeşlerin mezarları padişah II. Mahmut zamanında bulundu. II. Mahmut gördüğü bir rüya üzerine o zaman tekke olan Sümbül Efendi Camii'nin bahçesini kazdırdı ve mezarlar ortaya çıktı. Padişahın emri ile üzerlerine türbe yaptırıldı.

Osmanlılar döneminde tüm tarikatlerin katılımıyla Sümbül Efendi Camii avlusunda gerçekleştirilen törenleri, devrin en kıdemli şeyhi yönetirdi. Şeyh öğle namazı ve mevlidin ardından "devran" açar, törenlere katılan tüm dervişleri zikre davet ederdi. "Muharremiye" ve Kerbela konulu mersiyelerin ardından da tüm müritler hüzünle dağılırdı İstanbul'un dört bir yanına.

10 Muharrem'de, Aşure gününde okunan mersiyeler, Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesini konu edinen ağıtsal şiirlerdir. Ünlü şair Fuzuli'den Şeyh Galib'e kadar pek çok şair mersiye yazmış, bu şiirler, devrin en ünlü bestekârları tarafından bestelenmiştir. Mersiyeleri okumak için de "mersiyehân"lar yetişmiştir. Son dönemde bunlar arasında şüphesiz en meşhuru Sebilci Hüseyin Efendi idi. 10 Muharrem törenlerinde su dağıttığı için adı Sebilci'ye çıkan Hüseyin Efendi, okuduğu mersiyelerle büyük bir şöhret kazandı dervişler arasında.

Kerbela Olayı, 13 yüzyıl önce yaşanmasına rağmen hâlâ tüm sıcaklığı ile dervişlerin yüreklerini yakıyor.

Hiç yorum yok:

Blog Listem