4 Şubat 2009 Çarşamba

Bıçkın bir Makedonya'lı entellektüel Ali Bayramoğlu (Gevgili'den)

ıçkın Bir Entellektüelim| Yazdır | E-mail

Defne ASAL

Bildiklerimizi tersine çeviren bir akademisyen, gazeteci, yazar Ali Bayramoğlu. Kronolojik sırayla yazmaya çalıştık ama bu sıfatları öyle iç içe geçmiş ki, sıra falan dinlemiyor. Ama üç sıfatı da ortak bir paydada buluşuyor: Entelektüellik.

Ali Bayramoğlu, son yılların baskın akımlarına kapılmayan ve kendi bildiğini söyleyen ender entelektüellerinden biri. Bu tavrı onun akademisyenliğini sekteye uğratsa da, tukaka edilmesine yol açsa da… Onun bu cesaretinin kökeni İskenderun’da geçirdiği ilk gençliğine kadar uzanıyor… 

 

Politik duruşunun köklerini düşündüğünde, kendi kişisel tarihinde neler görüyorsun? İstersen nerelisiniz, nerelerden geliyorsunuz, oradan başlayalım.


Kendimi nereye ait hissettiğimi anlatmam güç, çünkü çok bölünmüş bir şey bu... Annem Çanakkaleli, Gelibolulu… Bir tarafım oralı ama hiç ait olmadığım halde çok şey aldığım bir küçük kasaba var; İskenderun. Babam doktorluk yapıyordu, ilkokul, ortaokul, liseyi orada okudum ve uzun yıllar kendimi oralı hissettim.


Babamın kökeni ise Trakya’dan. Trakyalı ama karma bir Trakyalı, onun için nereli sorusuna cevap vermem çok zor. Babamın baba tarafı Makedonya’nın Gevgili köyünden. Bildiğim kadarıyla oraya gönderilmiş, Konya civarının Yörükleri bunlar. Anne tarafımın bir kısmı Kırımlı, bir kısmı Çerkez, bir kısmı Arnavut… Ben tip olarak Kırım Tatarları koluna benziyorum, ama yine de her taraftan bir parça var. Kendimi nereli hissettim diye soracak olursan, tabii erkek çocuk olduğum için olsa gerek uzun süre kendimi daha Makedonyalı, daha Trakyalı hissederdim. Sonra biraz değişti ve Güneyli hissettim bir zaman. Çünkü bütün çocukluğum, gençliğim İskenderun’da geçti. Yerel olmayı, buralı olmayı orada öğrendim açıkçası. O değerleri orada içselleştirdim.


-Baban nasıl biriydi?


Babam tam bir cumhuriyet çocuğuydu. Enteresandı, bir yandan dine bağlıydı, çocukluğumdan hatırlıyorum, erkek çocukları bayram namazına götürmek onun görevi olduğundan, çok uğraşırdı beni götürmek için, ben istemezdim, çünkü çok erken kalkılırdı, dayak yediğimi bile hatırlıyorum kalkamıyorum diye. Babamın öyle dindar bir tarafı vardı ama aynı zamanda Atatürkçü’ydü. 


-deden nasıl biriydi?


Bir din adamı olan dedemin de öyle olduğunu iddia ederdi. Ama mesela birkaç yıl önce halam öldüğünde cenazesinde “sofu” tabir edilen insanlar gördüm. Halamla ilgili konuşurken, Hasan Fehmi Bey’in kızıdır, o çok muhterem bir adamdı, ne dini konuşmalar yapardı gibi şeyler söylediler. Neler konuşurdu sorup öğrenemedim. Ama anlattıklarından din adamı olarak sözü dinlenen biri olduğu anlaşılıyordu. Ben 10-11 yaşımdayken ölmüş. Sakallarının batmasını hatırlarım öperken, kocaman, dev gibi bir adamdı.


Fatih medresesinde okumuş. Balkan Savaşı’ndan önce okumak için Makedonya’dan geliyor İstanbul’a. 1912’de İttihad ve Terakki Partisi döneminde orduya yardımcı sınıf olarak din adamı sınıfı açılıyor, o şekilde orduya giriyor. Önce teğmen olarak tabur imamı, sonra alay imamı, sonra alay müftüsü olarak önce Gelibolu’ya gidiyor birliği, sonra Kafkas cephesine gönderiliyor. Zaten Gelibolu muharebeleri nisanda biter, hemen arkasından oradaki birliklerden bir kısmı Kafkas cephesine gider... Sonra Kurtuluş Savaşı’na katılıyor birliği, ardından yine birliğiyle Konya’ya gidiyor, babam da liseyi orada okuyor. Dedem sanırım emekli olunca otururum diye Büyükada’dan ev almış. Emeklilikte Büyükada’ya yerleşmiş. Küçücük bir evi vardı Şehbal Sokak’ta. Dolayısıyla babamın üniversite yılları hep Büyükada’da geçmiş. Ben babamı çocukken Adalı zannederdim, sonradan öğrendim bunları. Onun için Büyükada’yı çok severim.


-Diğerleri...

Diğerini iyi tanıdım, annemin babası Ali Dede… Öldüğünde ben 27 yaşındaydım, anneannem de geç öldü, onları iyi tanıdım. Babaannemi ise hiç tanımadım.


-Ailende konuşulur muydu aile tarihi, dedeler şuradan, nineler buradan falan diye?

Tabii. Özellikle anne tarafımda çok konuşulur, çok anlatılırdı. Zaten bu yüzden anne tarafımı daha iyi bilirim, bayağı da araştırdım bir ara. Benim annemin baba tarafı hep Mevlevi şeyhi. Gelibolu’da 1700’lerin ortalarına kadar biliyoruz geçmişlerini, dolayısıyla bir Mevlevi muhabbeti yazları Gelibolu’dayken hep açılırdı. Bunlardan birkaç tanesi önemli kişiler, önemli müzisyenler var içlerinde.


-Kimler mesela?

Hatırladığım kadarıyla ilk Türk astroloğu diye bilinen Fatin Hoca (Gökmen) aileden, Akseki Mevlevileri’yle bağlantılı… Öyle çok bilinen, popüler olmuş müzisyen yok ama mesela Hüseyin Azmi Dede var, Dede Efendi ile çalışmışlar. Hüseyin Azmi Dede hem Mısır Mevlevihanesi’ndeki son şeyh hem bir dönem 1824-1871 arası Gelibolu Mevlevihanesi’nin şeyhi. Onun döneminde Gelibolu Mevlevihanesi bayağı önemli bir yer haline gelmiş. Azmi Dede o dönemin bilinen şairlerinden. Sonra onun küçük oğlu Ahmet Celadettin Dede Galata Mevlevihanesi’nin son şeyhi, o da önemli bir neyzen. 91 yaşında 1937 ya da 38’de ölmüş. Bunlar evde konuşulurdu.


-Ahmet Celadettin Dede ile akrabalık nasıl?

O dedemin dedesinin kardeşi. Dedemin dedesi Şeyh Ali Efendi, Gelibolu Mevlevi şeyhi. Onun üç erkek kardeşi varmış. Onlar işte Hüseyin Azmi Dede’nin çocukları. Biri Gelibolu’nun, biri Mısır’ın biri de önce Üsküdar’ın sonra Galata’nın Mevlevi şeyhi olmuş.


ÜÇ ERKEĞİN EN BÜYÜĞÜ

-Baban ne doktoruydu?

Göz doktoru. İskenderun’a tayin olmuş. Biz İskenderun’a gittiğimizde herhalde beş yaşındaydım. Dolayısıyla hayata İskenderun’da gözümü açtım sayarım ben. Çok güzel bir şehirdi İskenderun çocukluğumda. Levantenlerden kalma çok güzel bir fiziki yapısı vardı, çok güzel evlerin, kocaman caddelerin, palmiyelerin olduğu. Çok sevdiğim bir şehirdi o zamanlar. Orası benim için çok önemli oldu.


-Tek çocuk muydun?

Hayır, üç erkek kardeşiz biz, en büyük bendim… Çok meraklıydım, çok okurdum, ama öyle odasına kapalı bir çocuk değildim. Hep aktiftim hatta hiperaktif bile diyebiliriz. Aslında hırçın, atak bir çocuktum. Unutmam, oranın eşrafının, doktorlarının tüccarlarının üye olduğu, Deniz Kulübü diye bir yer vardı deniz kıyısında, oraya gidilirdi akşamları. Ben de giderdim ama orayla ilgili hep bir problemim olmuştur. Babam beni hep, serkeşlerin gidip geldiği bilardo kahvelerinden toparlardı; hırsızların, uğursuzların yanındaydım hep, sosyalleşemediğim farklı insanlarla olmak istediğim bir yanım vardı


-Farklı sosyalleştiğin ya da…

Farklı sosyalleştiğim evet, yani onların, ailemin sistemi içinde çok olamazdım, çok uyum sağladığım söylenemez; sokağın değerlerini, sokaktaki insanları, arkadaşlarımı daha çok önemserdim. Bir arkadaşım mesela, ben daha ortaokuldaydım, hırsızlıktan tutuklanmıştı, ben de gidip hapishane bahçesinden ona el sallamıştım. İskenderun benim hayatı öğrendiğim bir yerdir. Yani Anadolu’da erkek nasıl olunur, erkek bedeni nasıl durur, o duygu nedir, bunları hem öğrendiğim, hem de sonradan parçaladığım ve geçtiğim bir yer oldu İskenderun; yerellik duygum oradan gelir. Yazları üç ayımı geçirdiğim Gelibolu ise büyük aile, bir aidiyet duygusu, sıcaklık duygusu yeri...


-Peki İskenderun’dan sonra?

İskenderun’dan sonra okumaya gittim yurtdışına. Sonra İskenderun’a pek dönemedim, babamlar da ayrılmıştı oradan. Yurtdışında beş altı yıl kalıp geri geldim. Benim geçmişim böyle geçişsiz arkeolojik dönemler gibidir. Birbiriyle uyumsuz dönemler var, uyumsuz yaşam biçimleri, uyumsuz tarzlar var, belki de o yüzden geçmişe çok fazla dönen bir adam değilim. Aslında İskenderun katmanı benim için işlevsel olarak eski olmaktan çok kurucu bir damar, yerel bir damar. Daha sonra bir evrensel damar var Avrupa’da başlayan. Önce solcu olmak, romantik olarak solu keşfetmek, Deniz Gezmiş’leri keşfetmek, Fransa’daki hayat...


ENTELEKTÜEL LÜKS İÇİNDE YAŞADIM

-Dünyaya açılmak, evrensel olanla buluşmak için iyi bir nokta olmalı Fransa…

Bu dönemin de farklı bir kuruculuk işlevi oldu. Fransa’da Siyasal’da okudum. 68 sonrası ilk kuşaktık, okul Kızıl Üniversite olarak anılıyordu, bütün dersler solcu hocalar tarafından veriliyordu, dolayısıyla ciddi bir Marksist eğitimden geçiyorduk, ama kaliteli bir Marksist eğitim: Balibar, Althusser okuyorduk, sonra onları Foucault, Levi-Strauss, Barthes okuyarak eleştiriyorduk. Ayrıca Fransa’daki Türkiyeli öğrencilerin bir araya geldiği daha aktif küçük bir örgüt de vardı gidip geldiğim. Yani bir taraftan o romantik ama aynı zamanda sert çocuksu devrimci ruh halini yaşıyordum, bir taraftan da onları aşmak, sorgulamak için bir sürü veri giriyordu okuldan. Benim için de sonuç o oldu… Solu çok erken sorgulamaya başladım, daha üniversite ikinci sınıftayken… Sorgulama biraz okuduklarımdan, sorduğum entelektüel nitelikli sorulardan kaynaklanıyordu, biraz da beni boğan yakın cemaat ilişkilerine duyduğum tepki üzerinden, benim yerime düşünen kavramlar, ideolojik açıklamalarla girdiğim kavga üzerinden oldu. Velhasıl daha çok yerel, adeta MHP’liliğe ya da Maoculuğa yakın olabilecek bir yerel ruh halinden, kasabalılık değerleri içinden çıktım, sonra Marksizm geldi; Marksizm ve daha evrensel bir bakış ama sığlığa, eski değerlerime ya da salt eyleme kilitlenmemi imkânsız kılan elit bir eğitim. Bunlar hem yerel olanı geride bırakmamı, hem de o Marksizm’in içinden başka bir yöne doğru hareket etmemi sağladı. Bunlar hep kişiliğimle iç içe geçerek oldu, onun için katmanlılar.

 

-Hele böyle senin gibi çok küçük bir çevreden gelince, çok insani bir ihtiyaç hemen bir küçük çevreye girmek, bir gruba dahil olmak, sen bunu nasıl atlattın?

Öyle şeyler olmadı değil, oldu tabii arkadaş gruplarım falan, oldu ama, şimdi yaşıtlarıma bakıyorum da, onların tarzında olmadı, yani aidiyet duygusuyla arkadaşlık ilişkisi hiçbir zaman bir arada olmadı benim için. Çok sevdiğim, çok yakın olduğum arkadaşlarım oldu, ama mesela ev arkadaşımla bile politik olarak karşı karşıya durmaya başladım bir süre sonra, sıkılmaya başladım, söylenenleri aptalca bulmaya başladım. Hırçınlığım belki de burada devreye girdi. Artık cesaret mi diyelim, merakın ve hakkaniyet duygusunun sana verilen siyasi ve sosyal sınırları delip geçmesi mi diyelim, düşündüğüm şeyleri istediğim gibi söyleme, dışlanmayı, bedelleri umursamama, kendisini benim yerime koyan, benim yerime düşünen ve konuşan her şeyle, onlar kavramlar, tabu, ideolojik kurallar olsalar bile kavga etme eğilimiydi bu… Belki aşırı bir özgürlük takıntısıydı… Bunun Fransa’nın getirdiği rahatlıkla ilgisi olduğunu da itiraf etmek lazım; eğer Türkiye’de okuyor olsaydım o sırada, çatışma koşullarının çok daha sert, aidiyetlerin daha kuşatıcı, ortada kalmanın daha zor olduğu koşullarda ne olurdum bilmiyorum. Fransa’da mümkündü bu, ortada kaldığın için bir ölçüde dışlansan bile, görmezden gelinmiyordun. Sonraları anladım ki, ortada kalmanın da kendi başına bir değer olduğu bir yerdi orası. Bu tabii büyük bir avantaj…

Ben 78 kuşağı sayılırım. Burada, Türkiye’de en kötü dönemi o kuşak yaşadı, günde 10-15 kişi öldürüldü, okullar kapandı. Açıkçası ben o dönemlerde entelektüel lüks içinde yaşıyordum diyebilirim. Kafede oturup Marksizm sohbeti yapabiliyordum.


ÇETE REİSİ OLMUŞTUM

-Tekrar İskenderun’a dönmek istiyorum. İskenderun sende, senin kişiliğinin oluşumunda çok etkili olduğuna göre, aklında kalan birkaç anekdot vardır belki. Mesela hani hırsızlık yapmıştı bir arkadaşın…


Öyle bir sürü anekdot var tabii. Hani iki yaşındayken çocuklar, ne söylesen hayır derler. Bunun, bu dönemin uzadığı tipler vardır, ben de onlardan biriyim galiba. 20’li yaşlarıma kadar uzadı bu dönem belki de. Annenin, babanın, çevrenin dışında kalmaya çalışma, hep ben varım deme eğilimi bu. Dışarısı İskenderun’da tehlikeli bir dışarısıydı. O zaman kahvelere değil de bilardo salonlarına giderdi gençler, bir tane bilardo salonu vardı mesela, en köhne olan, iyilerine gitmezdim ben, o köhne olana giderdim. Orası bayağı yankesicilerin, hırsızların, çakalların olduğu bir yerdi. Ben de düşün, İskenderun daha esmer insanların çoğunlukta olduğu bir yer, en sarışındım, beyaz tenli, hiç İskenderunlular’a benzemeyen bir çocuktum. Babam hep belli etmeden, ses çıkarmadan peşimde dolaşırmış meğer. Bir sustalım vardı, ortanca kardeşim beni ihbar etmişti babama, öyle sustalı belimde dolaşırdım. Öyle dolaşırken Allah korusun çekip birini vurabilirdim, çünkü kavgacı bir tiptim, hatta öyle kavgacıydım ki, çete reisi olmuştum, gelip bana şikâyet ederlerdi, şu bana şöyle yaptı falan diye. Ben de ikaz ederdim, insanları arkadaşlarla birlikte sınıftan dışarı çıkarıp itip kaktığımız bile olmuştur. O sustalıyı babamla kardeşimin evdeki eski bir koltuğun arasından arayıp bulduğunu çok iyi hatırlarım mesela. Kardeşime matematik hocası tokat atmıştı, babam ve arkadaşları beni zor tutmuşlardı, kardeşimin okulunun önünde, adamı üstüne atlayıp paralamak üzereyken. Öyle serseriliklerim çoktur İskenderun’da.


Liselerde, özellikle Anadolu’da, bir tane çocuk vardır, kavgacıdır, dövüşkendir, döver de, bununla da iftihar eder, kişiliğini bunun etrafında oluşturur, işte öyle çocuklardan biriydim. Dolayısıyla etrafımda da bir sürü çocuk olurdu, çete dediğim o. Derslere girmezdik, ne bileyim, oraya oturmayın, burada yürümeyin falan derdik, biri bir şey söylediği zaman itip kakar, kavga ederdik. Çete bu. Yaptığının iyi bir şey olduğunu, beğenildiğini falan düşünerek yapıyordu insan herhalde. Kavgacı bir çocuktum işte. Kavgalarım üniversiteye kadar sürdü. Hatta Cenevre’de dil öğrenirken, bir Türk çocuğuyla kavga edip sınır dışı edildim. Ondan sonra da hiç kavga etmedim. O olay benim için son oldu, çok üzüldüm çünkü. Yaşım 17 de olsa, şiddetin ne olduğunu kavramaya başlıyordum zaten yavaş yavaş, eskisi gibi değildi. Gerçekten çok üzüldüm. Gidip geçmiş olsun demek istedim ama diyemedim. Yıllar sonra, bundan iki sene önce bir e-mail geldi o çocuktan, tabii o olaydan bahsetmiyor hiç, şimdi bir yerde mühendismiş, gazetede ismimi görmüş, aramış. Ben de ona bir cevap yazdım.


-Söyledin mi üzüldüğünü?

Yok, kısa bir mailleşme oldu… Ama işte, o günden sonra fiziki şiddetle ilgili olan her türlü şeyden uzak durdum, şükür kendimi savunmak zorunda da kalmadım. Öyle durumlara girmedim. Radikal bir değişim oldu.


-Doğrusu zor olmuş olmalı içindeki o bıçkın oğlan çocuğunu alt etmek, susturmak...

Benim öyküm işte, biraz kopuk. Anadolulu öyküsüyle kentli öyküsünün üst üste oturmuşu. Memur çocuklarının bir kısmı belki de böyle yaşıyor zaten. 15 yaşında, erkekleşme sürecinde, bedenini ve şiddeti kimlik oluşturucu bir şey zanneden çocuk olmaktan 18 yaşında Fransa’nın en iyi okullarından birinde okumaya aday ve kimliğini artık şiddetle, fizikle değil bilgiyle oluşturmaya çalışan bir çocuk…

Dediğim gibi böyle geçişsiz katmanlar gibi bir öykü olarak bakmışımdır kendime. Ama doğrusu kendi üstüme düşünmeyeli çok oldu, sen sorduğunda dile geliyor bunlar…


TUNAYA’YA FAHRİ ASİSTANLIK

-Türkiye’ye ne zaman döndün?

1979’da. Fransa’ya gidişim 73’tür. İyi bir öğrenci oldum üniversitede. Önce biraz dil problemim oldu, İsviçre-Cenevre’de dil öğrenmiştim, Fransa’ya geldiğimde birinci yıl sınıfta kaldım, ama çok çalıştığım halde kaldım, Fransızca yüzünden. İkinci sınıfta zar zor geçtim ama ondan sonra gitgide okulun en iyi öğrencilerinden biri oldum. Hatta hocalar costo* Türk derlerdi, costo* güçlü kuvvetli demektir, iyi notlar alırdım yani. Birkaç tane genç denebilecek yeni kuşak hocamız vardı, onlar çok ilgi gösterirdi. İçlerinden biriyle Türkiye’ye dönüp akademisyen olabilir miyim gibi bir sohbetim olmuştu, hatta referans yazar mısınız bana demiştim, yazabileceğini söylemişti ama orada da kesilmişti bu konuşma. Fransa’daki o hoca meğerse İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne diye benim için bir referans yollamış. O zaman Siyasal Bilgiler Fakültesi yok ama Tarık Zafer Tunaya’nın hukuktan ayrılarak kurduğu bir Siyasal Bilimler Fakültesi varmış kadrosu falan olmayan. İstanbul Üniversitesi içinde ama sadece kurucu kadrosu var, sekiz tane hoca var, o kadar. Fransa’daki hoca çok da güzel bir referans yazmış, sonradan Tarık Hoca bana göstermişti… Kalktım gittim, Tarık Hoca’yla tanıştım ve üniversite kapısı böylece açılmış oldu.


-Kadro olmadan mı?

Kadro yoktu, ama hoca fahri asistanlık yapmamı istedi. Parası yok postu var, hocayla derslere giriyorsun, kâğıt okuyorsun, bildiğin asistanlık işlerini yapıyorsun... Arada bir para bulurlardı, kongre paralarından falan arttırıp verirlerdi. Bir buçuk sene öyle çalıştım, Tarık Hoca’ya çok yakın oldum yani. “Siyasi Partiler” kitabını yazıyordu o dönemde, ben her sabah saat 10’da Tunaya’ya giderdim, saat 12’ye, bire kadar çalışırdık. Bana Eski Türkçe öğretip Hüseyin Cahit üstüne doktora tezi yazmamı isterdi, olmadı. O sırada Şükrü Hanioğlu, Abdullah Cevdet üzerine yazıyordu, biz Şükrü ile yaşıtız ve o da hocayla çalışıyordu, öyle çalışmamı istedi Tarık Hoca. Ama ben kaçtım biraz, benim iddialarım daha büyüktü, daha ukâlaydı yani, öyle Eski Türkçe öğrenip Hüseyin Cahit’e gireceğim falan, istemiyordum. Sonra kadro kanunu çıkmayınca hocanın da itmesiyle şimdi Marmara Üniversitesi olan İktisadi Ticari İlimler Akademisi’ne girdim, Yaşar Gürbüz’ün yanında asistan oldum. Zaten bir süre sonra da 12 Eylül oldu, Tarık Hoca’yı 1402’lik yaptılar. Ümit Doğanay mesela, ben gelmeden, Tarık Hoca’yla tanışmadan bir ay önce vurulmuştu. Tam o dönemler… Sonra Marmara Üniversitesi’nde kaldım, yıllarca öyle gitti. Tarık Hoca’nın emeği çoktur üstümde.


“NUR VERGİN PROBLEM ÇIKARDI”

-Ne kadar çalıştın Tarık Hoca’yla?

79-80, yani ben bir sene çalıştım üniversitede ama Yaşar Hoca’nın yanında asistanlığım devam ederken Tarık Hoca’yla da çalışırdım, üç sene falan sürdü. Her sabah saat 10’da giderdim, kahvemizi içerdik küçük odasında, sonra başlardık dokümanlarını okumaya. Onun küçük prenslerindendim diyeyim.

 

-İstersen Marmara Üniversitesi’ne girişinden devam edelim.

Bir asistanlık sınavı açıldı, sınava girdim kazandım. Yaşar Bey’le beraber, ki o zaman akademi epey düşkün bir haldeydi, Mübeccel Kıray vardı, emekli olup gelmişti, Yaşar Hoca gelmişti, zannederim Kıvanç Ertop vardı, sol hareketin çok etkin olduğu bir üniversiteydi. Yaşar Bey’in üstünde de yanılmıyorsam on beş kadar ders vardı.


-Kaç yıllarında bu?

1980 Mayısı, darbeden önce. Tabii hemen ders verdirmeye başladı bana, o kadar dersi asistanlarına dağıtıyordu. Üniversiteyi yeni bitirmiştim, bu yüzden çok ders çalışarak ders veriyordum, hele Türk dış politikası gibi benim hiç ilgilenmediğim, bilmediğim konular olunca. İlk bir-iki yıl öyle çok çalışıp ders verdim. O derslere giren öğrencilerle yaş farkımız çok azdır, bir tanesi mesela, Fulya Atacan profesör oldu, bir tanesi Engin Soysal büyükelçi, bir tanesi Edibe Sözen, o da şimdi profesör ve AKP yöneticisi. Onlar o sınıfın öğrencileriydi… Ondan sonra üniversite hayatı devam etti hep.

Üniversitede maddi olarak zor geçiyordu hayat, asistanlık maaşıyla yaşamak büyük meseleydi. Yaşım da ilerledikçe başka işler yapmaya başladım ek olarak. Fransa’ya gitmeden önce kamuoyu araştırmaları yapardım.Mesela AB’nin kimi metinlerini çevirmiştim İktisadi Kalkınma Vakfı için, profesyonel çeviri yaptım, Saint Benoit Lisesi’nde bir ay Fransızca ders verdim. Yani hep böyle ek işler yapmam gerekiyordu. Fransa’dan döndükten sonra, kurduğum bu sistem bozulmuştu iki yıl ara verdiğim için. Bir arkadaşım Tempo dergisi için dergi tarama işi yapmamı istedi, kabul ettim, sonra Tempo’da yazı yazmaya başladım. Sonra, yayın yönetmeni olan Kürşat Başar, Sabah’a geçti orada başka bir dergi çıkarmaya başladı ve o dergiye yazmamı istedi. O arada Yeni Yüzyıl kurulmuştu, İsmet Berkan da benim eski öğrencimdir üniversiteden, o bir perspektif sayfası yapmamı ve köşe yazmamı istedi. O esnada Yeni Demokrasi Hareketi bayağı gündemdeydi ve ben de içindeydim o hareketin, sadece üniversite çevresinde değil dışında da tanınmaya başlamıştım artık, belki Yeni Yüzyıl’a çağrılmamda bu da bir cazibe olmuştur. Dolayısıyla yazı yazmaya başladım ve gazetecilik hayatım başlamış oldu. 28 Şubat’a kadar üniversite ve gazetecilik birlikte gitti. 28 Şubat’ta zorlamaya başladı beni koşullar. İki nedenle: Birincisi yazarlıktan çok daha fazla gazeteciliğe girmiştim, haftanın üç-dört günü Ankara’da geçmeye başlamıştı o sıcak günlerde. Gazetecilikle akademisyenlik birbirine çok uygun gibi görünse de uygun işler değil aslında, zor yürümeye başladı ve tabii tahmin edeceğin gibi 28 Şubat’ta sesini yükselten bir yazar olduğum için üniversite içerisinde problem de başladı. “Bu adam da kim” soruları ve huzursuzlukları...


-Sen yine kamu yönetimindesin?

Fransızca’sında. Sıkıntılar olmaya başladı, soruşturmalar açtılar. İzin almadan şehir dışına çıktın diye. O arada maalesef, Nur Vergin diye bir hanım vardı, Nur çok dengeli bir tip değildir, o büyük problemler çıkardı, soruşturmalar açıldı vb. Bir gün, galiba 12’inci soruşturmaydı aynı yıl içindeki, derse geldim. Sekreter yine sarı bir zarf uzatınca, ben de beyaz bir kağıt isteyip memuriyetten istifa diye yazdım, galiba 99 sonu itibariyle devlet memuriyetinden ayrıldım. Bir süre sonra da Yeni Yüzyıl’da problemler çıkmaya başladı, Korkmaz Yiğit’e satılmıştı gazete. Kısa bir zaman boşta kaldım. Sonra Star Gazetesi çağırdı, orada yazdım. Ondan sekiz ay sonra Yeni Binyıl kuruldu, bir yıl kadar orada yazdım. Sonra Dinç Bilgin’in bankasına el kondu, o Yeni Binyıl’ı kapadı. Sabah gazetesine geçmemi teklif ettiler, orada yazmaya başladım. Daha sonra da Dinç Bilgin tutuklandı, hapse girdi, benim yazılarım, ki özellikle o dönemde yine askere yönelik sert eleştiriler yapıyordum, tahmin etmiyorum sadece, biliyorum, Bilgin ailesini rahatsız etti. Ve bir gün, sekiz dokuz ay süren Sabah yazarlığım bitti; işten çıkarıldım. Bir iki ay sonra da Yeni Şafak’ta yazmaya başladım. Altı yıldır oradayım. Kaba iş hayatı öyküsü böyle.


HAKKI DEVRİM’İN MANASIZLIĞI

-Yeni Şafak’a gitmek aslında öyle kolay bir karar değil…

Değil evet, çok kolay değildi açıkçası. Çünkü Türkiye’de birçok iş bir arada kolay yapılmıyor. Benim ailem bana daha esnek düşünmek için imkânlar sağlayan bir aile değildi, yani bir gelirim yoktu, dolayısıyla kendim hep para kazanarak yaşamak zorundaydım. Evim yoktu, hiçbir şeyim yoktu, yani hem entelektüel faaliyet, hem de para kazanma işi iç içe girecek, hem de ilkelerden taviz vermeden bunu yürüteceksin, bir de üstelik çok sert siyasi koşullar yaşanıyor olacak... Oralarda dik durabilmek, bunları göğüsleyebilmek çok kolay değildir açıkçası… Ama bu süreçte üzülmekle birlikte, nasıl söyleyeyim, yaptığımdan hiçbir şekilde şüphe duymadım. Yaptığımın kalitesini her zaman sorgularım, kendimden şüphe ederim ama ilkeler açısından yaptığımdan şüphe duymadım. Zannediyorum Yeni Yüzyıl’ın son dönemleriydi, Radikal beni istedi, ben de yayın yönetmeni Okay Gönensin’le görüştüm, sonra gittim Mehmet Yılmaz’la görüştüm ve onlarla anlaştım aslında, ismim de ve yazılara başlayacak anonsum da çıktı Radikal’de. Ama sonra öğrendiğime göre, Hakkı Devrim’le ters bir yazışmamız olmuştu daha önceden, onun müdahalesiyle daha işe başlamadan Hürriyet’in patronunun talimatıyla kovuldum. İlk yazımı gönderdim, tebliğ ettim, tebellüğ eden olmadı. Eğer Radikal’de başlamış olsaydım, Hakkı Devrim o manasızlığı yapmamış olsaydı, başka bir yöne gidecekti yazı hayatım.


-Başka bir istikamet değil aslında, mecra belki…

İstikamet derken, belki daha az zorlanacaktım. Yeni Şafak’a giderken çok zorlandım mı dersen, hayır, artık o duyguyu geçmiştim, yazılacak yerden çok ne yazdığının önemli olduğu benim açımdan çok netti. Zaten üç dört yıldır inanılmaz bir karalama, itme kakma kampanyası sürüyordu, ona dayanmayı öğrenmiştim. Dolayısıyla Yeni Şafak o açıdan beni çok zorlamadı, dünyamı da etkilemedi. Tam tersine Yeni Şafak benim çok rahat ettiğim bir yer oldu. İlk gittiğimde biraz Emekli Sandığı gibi geldi bana, çünkü gazeteler çok gergin ortamlardır, günlük iş yaparlar, çok fazla hiyerarşik ve otoriterdir yönetimleri, doğrudan yazara bu yansımaz, ama o otoritenin ve gergin havanın yaratmış olduğu sistemin içinde sen de evrilirsin. Nasıl gazeteler günlük yapılırsa, yarın ne olacağı bilinemezse, yazı yazan adam da kendisi açısından yarın ne olacağını, başına ne geleceğini bilmeden çalışır, tabii bu Türkiye’de böyle. Hele o dönemlerde, 28 Şubat günlerinde gazetecilerin, gazete yöneticilerinin bizzat siyasete soyunduğu günlerde, yazar sadece yazar olarak değil bir siyasi aktör olarak algılandığı için sürekli böyle kelle koltukta dolaşılan bir hal vardı. Yeni Şafak’ta bu yoktu açıkçası.


-Yeni Şafak’a sizin gibi insanların girmesinden önce, hiç birbirini tanımayan iki farklı dünya gibiydi, en azından benim bakabildiğim yerden öyleydi…

Yeni Şafak tanınmıyordu doğru.


-O da tanınmıyordu, ayrıca hitap ettiği kitle de tanınmıyordu, yani nasıl insanlar bunlar, ne yer, ne içer, nasıl eğlenirler…

Yeni Şafak zaten, şimdi 10 yıl oldu, 1995’te kurulmuş, o zamanlar çok taze bir gazeteydi. Fehmi Koru, Zaman’dan ayrılıp oraya geçti, Nazlı Ilıcak geçti, Mehmet Barlas geçti, yani boşta kalan insanlar geçti, sonra Cengiz Çandar geçti, satışı 10 binken 100 - 150 binlere yükseldi, aboneleriyle beraber. Sonra ben geçtim, yani Yeni Şafak değişik bir gazete oldu. AKP iktidar olana kadar daha da iyiydi. Sonra bir ölçüde iktidar gazetesi olarak anılmaya, biraz da öyle işler yapmaya başladı. Yeni Şafak’ın öyküsü Türkiye’de muhafazakâr ve İslami kesimin öyküsüyle paralel gidiyor aslında. İslami kesim birinci derecede mağdurlar arasına zaman zaman girerdi ama 1990’ların ortasından itibaren iyiden iyiye girdi. Öyle olunca, bir de tabii bu askeri bir itişmeyle olunca, ben ve benim gibi insanlar, biraz daha toplumu anlamaya çalışan, akademik kökenli olan, daha postmodern bir demokrasi anlayışının arkasında duran, yani geleceğin belirsizliğini, ütopyaların mutlaka geçerli olmayacağını, demokrasiyi şimdiki zaman içinde şimdiki zaman talepleri, kurumları ve zihniyetiyle inşa etmenin gerekli olduğunu düşünen insanlar, mesela Etyen Mahçupyan, ben, Erol Katırcıoğlu gibi insanlar, toplumu anlamanın üstünde çok daha fazla durmaya başladık…


-O zaman, son olarak bir de şunu sorayım: Aslında ulusalcı-laik tabir edilen kesimin ortalama insanları da temel korkularının bu yaşam biçimi farkından kaynaklandığını söylüyor. Kabaca hani bir “çağdaş, Avrupai olmayan, yobaz insanlar bunlar, yaşam biçimimiz çok farklı” söylemi. Ki sen de gündelik hayattaki farklılıkların seni bazen zorladığını söylüyorsun. Bu aşılabilir mi? Aşılması gerekir mi ya da?


Elbette aşılmalı, çünkü bir arada yaşamanın kaçınılmazlarından birisi farklıyı yanı başında tutup sindirmek… Ama aşılması kolay olmadığı kesin. Çünkü her şeyden önce ortada bir zihniyet engeli ve bir kast düzeni meselesi var… Bu ülkede toplumsal düzen sadece farklılıkların grupsal, mekânsal, hatta zamansal kopukluğu üzerine oturuyor. Türkiye hâlâ toplumsal bir bütünlüğe sahip değil, çeşitli milletler, yani çeşitli adet ve yaşam biçimi öbekleri yan yana yaşıyorlar. Bu milletler iç içe girmeye başlayınca sorunlar da başlıyor. Zira ortak değer ve kuralların zayıf olduğu ya da değerler çatışmasının çok baskın olduğu bir durum söz konusu olan… Tedirgin olan, endişe duyan kendi yaşam alanını korumaya kalkıp, benzerleri dışındakilere acımasız olabiliyo. Ülkede kültürel ve ekonomik farklılıklar, daha doğrusu kopukluklar sürdükçe bu tür korku ve sorular hep olacaktır. Bu hepimiz için geçerli olabiliyor. Bunun aşılması için zaman ve demokratik deneyim gerek. Farklılıklar arası etkileşim ve daha derin değişim şart…

 

 

Hiç yorum yok:

Blog Listem