Eyüp Sabri Paşa, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânında yetişen, çalışkan, âlim bir deniz paşasıydı. Bir kısmı henüz basılmayan çok kıymetli eserler yazdı. Basılanlar şunlardır:
Mir’ât-ı Mekke, Mir’ât-ı Medîne, Terceme-i Şemâil-i Şerîf, Ahvâl-i Cezîret-ül-Arab, Şerh-i Kasîde-i Bânet Süâd, Târih-i Vehhâbiyân, Mahmûd-üs-Siyer, Necât-ül-Mü’minîn, Tekmilet-ül-Menâsik, Riyâd-ül-Mûkınîn, Mir’ât-ü Cezîret-il-Arab.
İlk iki eser ile sonuncusu, Mir’ât-ül Haremeyn ismiyle yazılmış olup, mukaddes Hicaz bölgesi hakkında dînî ve târihî bilgileri ihtivâ etmektedir. Herkes ve bilhassa hacılar için lüzumlu bir kitaptır. Eyyûb Sabri Paşanın kitaplarında Vehhâbîler hakkında geniş bilgi vardır.
Ahvâl-i Cezîret-ül Arab, Arabistan Yarımadası hakkında yazılan coğrafya kitaplarının en kıymetli ve en geniş olanıdır. Büyük İslâm âlimi İmâm-ı Gazâlî’nin kelâm ilmindeki Bidâyet-ün-Nihâye isimli kitâbını Eshâb-ül-İnâye ismiyle tercüme edip bastırmıştır.
Bu eserin başındaki beyit şöyledir:
Tâbi-i şer-i şerîf olmayanın dünyâda, Hâli pek müşkil olur Mahkeme-i ukbâda.
Bu eserin başındaki beyit şöyledir:
Tâbi-i şer-i şerîf olmayanın dünyâda,
Hâli pek müşkil olur Mahkeme-i ukbâda.
Eyüp Sabri Paşa'nın Kaleminden Medine'de Receb-i Şerif |
Yorumları Göster (0) - Konuya Yorum Ekle
Eyüp Sabri Paşa Sultan İkinci Abdülhamid döneminde yetişen önemli bir Osmanlı generaliydi. Asker kimliğinin yanında onu önemli kılan özelliklerinden biri de alim bir şahıs olmasıydı. Uzunca bir dönem Hicaz'da Osmanlı idaresini temsilen görevde bulundu. Bu esnada Hicaz bölgesindeki dinî ve kültürel yaşama dair gözlemlerini Mir'ât-ı Mekke ve Mir'ât-ı Medine adlı eserlerinde bir araya getirdi. Eserleri içerdiği güvenilir bilgi ve dikkatli gözlemler dolayısıyla o dönem kutsal beldelerdeki yaşama dair en önemli kaynaklar arasında. Her uygulamanın kendine mahsus bir geleneği olduğu Osmanlı devrinde Medine-i Münevvere'de üç aylar adı verilen Hicri Receb, Şaban ve Ramazan aylarında yapılan bazı merasim ve kutlamaları Eyüp Sabri Paşa'nin Mir'ât-i Haremeyn'inden sizinle paylaşmak istedikMir`ât-ı Haremeyn, Medine, c.II, 103-105, İstanbul 1304', CAPTION, '', BELOW, RIGHT, BGCOLOR, '#CC9966');" onmouseout="return nd();" style="font-family: Georgia, Arial, Helvetica, sans-serif; text-decoration: none; color: navy; font-size: 12px; ">1. Receb-i Şerif'de Hücre-i Muattara'yı ziyaret maksadıyla etraftan gelen ziyaretçilere ahali arasında "Recebiyye" denir. Bu taife Risalet-penâhi'ye hecin develerine binmiş halde geldikleri için "Rikab" olarak da bilinmektedirler. Recebiyye taifesi Yemen, Mekke, Taif gibi sair Arap beldelerinden özellikle Medine-i Münevvere ile aynı coğrafyada olan beldelerde yaşayanların ziyaretçilerinden ibarettir. Bunların cümlesi çoluk çocuklarıyla beraber birer hecin devesine binerek ve her kabile fertleri birer de bayrak tedarik ederek reislerini önlerine alıp büyük bir şevk ve ihlasla Harem-i Saadet'e dahil ve mertebe-i nebeviyyenin ayağına yüz sürmek yüce şerefine nail oldukları gün naatlar ve salavat-ı şerifeler okuyarak ve bunların meydana getirdiği tabii bir neticesi olan teessür ve huşu hali ile şehre girerlerdi. Recebiyye ziyaretçileri Harem-i Saadet'e girmeye yaklaştıklarında bir nebze göz yaşı dökerler ki görenlerin yürekleri kara taş kadar katı olsa bile tuz gibi erir ve öyle bir izdiham ve kalabalık ile vasıl olurlar ki mukaddes Medine-i Münevvere şehri âdeta bu kalabalığı taşıyamayacak derecelere varır. Şehr-i tayyibeye girdikleri andan itibaren üç gün üç gece huzur-ı safa-i peygamberide halka olup tevazu ve huşu içinde ardını arasını kesmeyerek Hazret-i Rasûl-i Kibriya'yı sitayişle medh ederek O'nun peygamberliğini içine alan ve O'na layık bir şekilde gayet suzişli kasideler, ilahiler söylerler ve her bir beyyten sonra; Merhaban bike Ya Muhammed! Merhaban merhaban fî merhaban nakaratını söyleyip hüngür hüngür ağlarlar, Mescid-i Saadet-i Harem-i Şerif içinde oluşturdukları bu ulvi atmosferde o kadar feyiz ve maneviyat yüksek olur ki seyredenlerin Hazret-i Peygamber'e olan muhabbetleri artarak tüyleri ürperir ve her birinin gözlerinden vecd yaşları akar. Recebiyye taifesinin şehre varışlarının dördüncü günü ki o günün gecesi Mirac-ı Nebî'dir. ikindi namazı eda edildikten sonra "Bab-ı Rahme" kapısının bulunduğu alanda güzel süslenmiş bir kürsü konulup üzerine sesi güzel bir zatı çıkarırlar. Bu kişi tahmin edilenin fevkinde bir hüzün ve huşu-ı kalb ile "Miraciyye" bahrini okuyup dinleyenlere muhabbet vecd ateşini aşılayarak kürsüden iner. Okuyucu sadece bir kişiden müteşekkildir. Bu mübarek Miraciyye cemiyetine beldenin ileri gelenleri ve orada yaşayan halk da katıldığından bunların cümlesiyle beraber Mescid-i Saadet'in içi dışı ağzına kadar dolar ki âdeta bir mübarek Arafat vakfesine dönüşür. Her köşede müminlerin feryad u figanları ta fecre kadar devam eder. Bu cemiyet Peygamber bahçesinin batısında meydana gelirdi. Gerek miraciyye gerekse mevlid-i şerif cemiyetlerinde Mescid-i Saadet haricinde bir çadır kurulur, hazırlanan şerbetler bu çadırdan zevrak adı verilen şerbet tekneleriyle dağıtılırdı. Cemaat mescidden dağılmadıkça bu çadır o mahalde bulunurdu. Bu her iki cemiyette memurlardan ve ahaliden 2000 kişinin evlerine şerbet gönderilmesi kadim bir âdet idi. Çadır kaldırılacağı zaman meşihat dairesi, Naib-i Harem ve orada görevli bütün ağalara ve sair şahısların evlerine ve ayrıca Asakir-i Şahaneye ve hükümette çalışan memurlarına ve şehrin ileri gelenlerine ikişer üçer zevrak şerbet gönderilirdi ve bunların bütün masrafları tamamen hazine idaresine aitti. Hz. Peygamber'in ziyaretçilerinin Miraç gecesinde mescid dahilinde sabaha kadar bulunmaları ve ibadet etmeleri geçerli bir kadim gelenekti. Bunlar sabah namazını Şafiî imamına uyarak eda ederler, güneş doğduktan yarım saat kadar sonra tekrar hecin develerine binerek memleketlerine avdet ederlerdi. Halk arasında Recebiyye taifesini geçirmek, yolcu etmek dahi geçerli bir adab idi. Recebiyye ziyaretçileri şehir surlarının dışına kadar hüzünlü ve kederli aynı zamanda göz yaşları dökerek Medine-i Münevvere'yi terk ederlerdi. Bu ziyarete halk arasında "Hacc-ı Nebî" denilmektedir.
Vehhabilik Sinsice YayılıyorTunuslu Profesörün önemli kitabı:
Vehhabilik İslâm Dünyasını fethediyor Mehmet Şevket Eygi 27.04.2008 TUNUS Üniversitesi’nde siyası ilimler profesörü, düşünür Hamadî Redissi “Necid Sözleşmesi yahut bir İslâm fırkası nasıl İslâm’ın yerine geçti?” isminde Fransızca bir kitap yayınlamış. (Le Seuil Yayınevi, 329 sayfa) Bu kitabın tanıtımını oumma.com’da okudum. Okuyucularıma oradan naklederek bazı özet bilgiler vermek istiyorum. “Vehhabilik uzun müddet bir fırka, hattâ asıl İslâm’dan sapmış bir dalalet olarak görülmüş (Vehhabiler 19’uncu asırda İslâm’ın kutsal şehri Mekke’yi tahrip etmişlerdi). İşte bu fırka yavaş yavaş petro-dolarlar sayesinde, İslâm’ın aslına uygun doğru yorumu ve uygulanması olarak kendini kabul ettirmiştir. “Hamadî Redissi fikirlerini, lafları gevelemeden açıklayan bir kimse. 19’uncu asırda Mekke’yi zaptederler, kutsal bölgedeki Hazret-i Hatice’nin türbesini, Mualla Kabristanı’ndaki diğer İslâm büyüklerinin türbe ve mezarlarını tahrip ederler, Medine’de de Asr-ı Saadet’ten kalan türbeleri ve mezarları yıkıp düzlerler. Peygamberin, Yeşil Kubbe altındaki kabrindeki kıymetli eşyayı yağmalarlar, Peygamberin türbesini ve kabrini yıkamazlar. “Suudî Arabistan’ın kurucusu Suud, hacıların asırlardan beri türbeye getirmiş oldukları kıymetli taşları, bilezikleri, gerdanlıkları ve diğer değerli eşyayı yağmalar, bu eşyaları 60 deve ile taşıtır. Hamadî Redissi, Necid Sözleşmesi kitabında ‘Nasıl olur da böyle savaşçı ve yağmacı bir fırka, kutsal mekânları ve makamları tahrip etmiş olmasına rağmen, zulm ve gadretmiş olduğu Ehl-i Sünnet Müslümanları tarafından temize çıkarılmıştır.’ diye sorar.” Yazarın, Vehhabîlere ve Vehhabîliğe sıcak bakmadığı çok kolay anlaşılıyor. Bu kitap ucuz ve kolay şekilde yazılmış bir reddiye değildir. Hamadî Redissi senelerce kitap mütalaa etmiş, kaynakları karıştırmış, bilgi ve belge toplamıştır. Suudî Arabistan’a gitmiş, İngiliz, Alman, Amerikan belgelerine ulaşmıştır. Onun kitabına ad olarak koyduğu Necid Sözleşmesi, bu fırkanın dinî-teolojik kurucusu Muhammed ibn Abdülvehhab’ın (1703-1792), Necidli bir kabile reisi olan İbni Suud ile 1744-1745 yıllarında imzaladığı bir belgedir. “İbni Abdülvehhab’ın amacı neydi? O Müslümanların İslâm’ı bozduklarını iddia ediyor, bozulmuş İslâm’ın yerine kendisinin gerçek İslâm’ı bildirdiği tezini ileri sürüyordu. Onun İslâm’ı radikal, mutaassıp, çok sert, püriten, sekter ve donmuş bir dindi. 1932’den itibaren Arap Yarımadasına bu mezhep hâkim olmuştur. İkinci Dünya Savaşından sonra petrol zenginliğinin verdiği imkânlarla geleneksel İslâmî anlayış ve meşreplerin aleyhine İslâm dünyasının fethine girişmişlerdir. “Uzun bir müddet, Ehl-i Sünnet İslâmlığı, Vehhabiliği bir sapıklık olarak görmüş ve onunla çok sert şekilde mücadele etmiştir. Ancak ‘Bu bozuk fırka’ artık temize çıkarılmış ve İslâm dünyasının her yerinde benimsenmeye başlanmıştır. “Suudî Arabistan, Arap dünyasındaki televizyonların ve internet sitelerinin, yazılı medyanın yüzde 30’una sahip bulunmakta veya kontrol etmektedir. Birçok İslâmî propaganda ve misyonerlik kuruluşları da ona bağlıdır. “14 Şubat 1945’te ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt ile Kral Abdülaziz bin Suud arasında bir anlaşma yapılmıştı. Buna göre, Suudiler Amerika’nın askerî koruması karşılığında petrollerini vereceklerdi. Kral, Filistin’e Yahudilerin yerleştirilmesine kesinlikle karşıydı. ‘Araplar Avrupa Yahudilerine hiçbir kötülük yapmadılar. Yahudilere kötülük yapanlar, onların mallarını ve canlarını alanlar Hıristiyan Almanlardı. Dolayısıyla faturayı onların ödemesi gerekir!’ demişti. Roosevelt, Krala inanmış görünmüş ve üç söz vermişti: Filistin meselesinin hallini hükümetinin önemli işlerinden biri olarak kabul etmek, Arapların aleyhine hiçbir şey yapmamak. Hem Araplarla hem Yahudilerle görüşmeden bu politikada hiçbir değişikliğe gitmemek... Lakin ABD Başkanı bu görüşmeden iki ay sonra vefat etti. Verilen sözler de tutulmadı. Suudiler açısından İbni Suud’un Roosevelt’e verdiği söze uygun olarak Suudî Arabistan İsraille hiç savaşmadı.” Vehhabîliğin iki ayrı veçhesi vardır: Dînî ve siyasi. Dini açıdan bu mezhebe ilk reddiyeyi Muhammed İbni Abdülvehhab’ın kardeşi Süleyman İbni Abdülvehhab yazmıştır. Suudî Arabistan’da şu anda hiçbir eski veya yeni mezar yoktur. Peygamber Efendimizin türbesi dışındaki bütün türbeler temellerine kadar yıkılmıştır. Yazılı bir kabir taşı da kalmamıştır. Hicaz Valisi Eyüp Sabri Paşa “Tarihî Vehhabiyan” adlı kitabında, Vehhabîlerin Resulullah Efendimizin türbesini yıkmak üzere kubbeye elinde kazmayla bir adam çıkardıklarını ve herifin düşüp öldüğünü anlatır. Onların Peygamberimizin türbesini yıkmaktan vazgeçmelerinde, İslâm dünyasının büyük infiali ve protestosu da tesirli olmuştur. İngiltere Birinci Dünya Savaşı’nda Hicaz Bölgesinde Osmanlılara karşı Şerif Hüseyin’i kışkırtmış, desteklemiş, casus Lawrence’yi o bölgeye büyük miktarda altınla göndermiştir. Necid Bölgesinde de yine Osmanlıya karşı Vehhabîleri ve İbni Suud kabilesine de Sir John Philby’i göndermiştir. Tabii eli boş olarak değil... Türkiye’de Vehhabîlik yayılıyor mu? Bence yayılıyor, lakin bu isimle değil. Onlar kendilerine Vehhabî denilmesini istemezler, biz Selefiyiz derler. Ehli Sünnet İslâmlığı ile Vehhabilik arasındaki teolojik ihtilaflar ve tartışmalar daha ziyade akaid/inanç konularındadır. Ehl-i Sünnet uleması bu fırkaya karşı hayli reddiye yazmıştır. İşin bir de siyasi tarafı var. Onu da tarihçiler ele almıştır. Bizim toplumumuz okumayan, araştırmayan, incelemeyen, hafızasını büyük ölçüde yitirmiş bir toplum olduğu için bu konularda yeterli bilgi ve kültür sahibi değildir.
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder