23 Haziran 2009 Salı

Balkanlar Ya Da Tamamlanmamış Tasfiye - Ahmet DAVUDOĞLU

Balkanlar Ya Da Tamamlanmamış Tasfiye
Ahmet DAVUDOĞLU


Asrın başında Balkanlar uluslararası siyasetin odak noktalarından birisi idi. Bir yandan Batı ile Doğunun sınıf bölgesi olan bu yarımada öte yandan çok renkli kompozisyonu ile büyük devletlerin müdahalesine açık bir yapı arzediyordu. Nitekim insanoğlunun o güne kadar görmediği çapta bir cihan savaşı bu bölgede atılan bir kurşunla başladı.

O günlerde Avrupa kamuoyu için Balkanlar Batı sömürgeciliği karşısında gittikçe güçsüzleşen bir direnişin siyasi merkezi konumunda olan Osmanlı Devletinin Avrupa’dan tasfiyesi açısından büyük bir önem taşıyordu. Balkan savaşı ile Osmanlı Devletinin Avrupa topraklarından -Doğu Trakya hariç- gerçekleştirilirken 1. Dünya Savaşı sonrasında uluslar arası siyaset ve hukuk açısından da nihai tasfiye tamamlanmış oldu. Asrın sonuna geldiğimizde Balkan meselesinin bütün özellikleriyle tekrar gündeme gelişi şu soruyu da son derece anlamlı kılıyor: “Omsalı Devletinin tasfiyesi daha tamamlanmadı mı?”

Siyasi tabirlerin ortaya çıkışı bazen siyasi olayların gelişmesinden daha önemli ipuçları verebilir. 19.yüzyıla kadar Osmanlı’nın Avrupa toprakları için Avrupalılar “European Turkey” Turkey d’Europe” , Turkey in Europe (Avrupa Türkiyesi. Avrupa’daki Türkiye) vb tabirler kullanırken Osmanlı Devleti”Avrupa-i Osmani” ve “Rumeli-i Şahane” gibi idimleri tercih ediyordu. Bu dönemden itibaren siyasi gelişmelere paralel olarak Türk ve Müslüman imajlarını silecek yeni bir isimlendirme gerekiyordu ki bundan sonra sürekli olarak bunalım krizle özdeş hale gelecek iki tabir birden bu bölge için kullanılmaya başlandı: Balkanlar ve Ortadoğu (veya yakındoğu) “Balkanlar” ve “Balkan Yarımadası” tabirleri siyasi literatüre ilk olarak 1808’de Alman coğrafyacı A. Zeune tarafından kullanıldı. 19.Asrın ortalarına doğru (1835) D.Ornalins d’Halloy Hazar-Türklerinden alındığı rivayet edilen Balkan tabirini de yetersiz bularak Islav-Yunan (Slavogrece) tabirini kullanmayı tercih etmiş, K.Ritter ise doğrudan (Halbinsel Griechenland) Yunan yarımadası demiştir. Fischer ve Wagner gibi bazı Alman araştırmacıların ilk defa 1863’de Avusturyalı konsolos I.G.von Hahn tarafından kullanılmış olan Güney -Doğu Avrupa yarımadası (Südosleuropaische Halbinsel) tabirini geliştirerek yarımadayı Avrupa ismi ile doğrudan ilişkilendirmelerinin Avrupalı büyük devlelerinin bölgeye yönelik ilgilerinin yoğunlaşmaya başladığı bir dönemde ortaya çıkması kesinlikle bir tesadüf değildir. Yugoslavia coğrafyacı Cvijic’in bölgenin Avrupa’daki Türkiye gibi tabirlerle herhangi bir şekilde Türk adıyla özdeşleşmesini “çirkin bir şahadet” olarak değerlendirip Balkan tabirinin kullanılması gerektiğini söylemesi de bu konuda ilginç bir “şahadet” tir.

19.Asrın sonlarından itibaren birçok siyaset bilimci ve seyyahın Orta-Doğu tabirini özellikle Balkanları kastederek kullanmaları bu tabirin coğrafi olmaktan çok kültürel bir zıtlığı ayrımı ifade etmesi açısından önemlidir. Daha sonra Orta-Doğu tabirinin kullanımı Müslümanların hakimiyet sahalarının daralmasına paralel bir değişiklik gösterecektir.

Balkan yarımadası tabiri ile bu bölge için Türk ve Müslüman imajlardan arındırılmış yeni bir kimlik tespit edilirken Orta-Doğu tabiri ile Batı ile Doğu arasında oynak bir siyasi hattın sınırları belirlenmiş oluyordu. Bugün tek tek kişiler düzeyine kadar inmiş bulunan isim değiştirme operasyonunun global düzlemdeki ilk habercileri Balkan ve Orta-Doğu tabirlerinin siyaset literatürüne girmiş olmalarıdır. Endülüs Devletinin İspanya’dan , Osmanlı Devletinin Doğu Avrupa’dan çekilmesiyle siyasi coğrafya düzeyindeki kimlik değişimi bugün Avrupa sınırları içinde yaşayan tek tek bireyleri kapsayan bir yoğunluk kazanmıştır. Çoğulcu(!) Avrupa kültürünün brakın etnik sosyokültürel gurupları homojen hristiyan isimlerine niteliğini sarsan birey isimlerine dahi tahammülü yoktur. Almanya’dakş Türk işçi çocuklarının Alman toplumuna uyum projeleri ile Bulgaristan’ın zorla müslümanlaştırılmış (!) Bulgarlara gerçek kimliklerini iade etme operasyonu arasında bir nitelik farkından çok bir taktik yöntem farkı vardır. Yetmiş sene önce savaş şartlarında söz konusu olmuş Ermeni tehcir olayını sürekli sıcak bir şekilde gündemde tutmaya gayret eden Batı kamuoyunun yıllardır Balkanlarda gözler önünde sergilenen asimilasyon ve tehcir faaliyetlerine sessiz kalışı Avrupa sınırları içinde müslüman kimliğini muhafaza eden bütün etnik unsurların tasfiye edilmesini hedef edinen bu şuurlanmanın tabi sonucudur. Türkiye’nin AT’a müracaatı safhasında Balkanlarda müslümanlara yönelik operasyonların artış göstermesi dramatik bir gelişme olarak kabul edilmelidir.

Tükiye açısından bu gelişmelerin ortaya çıkardığı diğer önemli bir sonuçta ülke içinde gittikçe artan bir önem kazanan sosyo-politik ve sosyo-kültürel kimlik meselesinin uluslar arası bir eksende kendini göstermeye başlamuş olmasıdır. 1.Dünya savaşı sonrasında evrensel misyonlardan ve bu misyonların gerekli kıldığı müesseselerden soyutlanarak kapalı bir sistem içerisinde yeni bir kültürel çerçeve ve siyasi kimlik oluşturma çabasına giren Türkiye bugün bu gelişmelerle birlikte sadece uluslararası ilişkilerine temel teşkil eden bazı edilgen prensipleri değil aynı zamanda ülke içi ve dışı bütün siyasi kültür dengelerini gözden geçirmek zorundadır. Bu zorunluluk yazımızın başındaki “Osmanlı Devletinin tasfiyesi daha tamamlanmadı mı?” şeklindeki sorumuzu daha bir anlamlı kılmaktadır. Evet , uluslar arası hukuk açısından Osmanlı Devleti tasfiye edilmiştir, ama bu tasfiyeyi deklare eden Türkiye Cumhuriyeti bugün Osmanlı Devletinin tasfiyesi ile ortaya çıkan “siyasi merkez” boşluğunu doldurma zorunluluğu ile karşı karşıya kalmıştır. Kıbrıs Türklerinin Anavatanın güvenlik şemsiyesi altında bulunma arzuları. Balkanlardan gelen kitlevi göç dalgaları. Irak-İran savaşından kaçan mağdur insanların güneydoğu sınırlarından girişleri. Kafkasya’da milliyet çatışmalarında yaygınlık kazanmaya başlayan semboller hatta ve hatta sınırların çok ötesinde Özbekistan’dan tahliye edilen Misid Türklerinin iltica talepleri, dış siyasi baskılar karşısında siyasi merkeze yönelik sığınma talepleri şeklinde özetlenebilir. Yani bütün bu unsurlar için Türkiye hala siyasi merkez konumundadır. Ya bulundukları yerlerde onları korumalı, yada sınırlarını açarak ülkeye kabul etmelidir. Sizin kendinizi bu misyondan soyutlamış olmanız onlar açısından bir kıymet ifade etmez. Bulgaristan’dan kaçan binlerce Müslüman Türkün sınırlara dayandığı günlerde Azerbaycan Gürcistan ve Ermenistan şeyhulislamı Pasazade’nin Türkiye’ye gelerek Kafkaslardaki dini eğitim için yardım talebinde bulunması sadece siyasi değil kültürel bir sığınma ve merkez konumunu göstermesi bakımından son derece ilginçtir. Bu tarihin belli dönemlerde sınırlı iradeleri aşarak günlük politikaya ağırlığını koymasından başka bir şey değildir. Sosyalist ülkelerde reform hareketleri yaygınlaştıkça kendini gösterecek milliyet çatışmaları bu ağırlığın daha da hissedilir bir şekilde artmasına yol açacaktır.

Türkiye böyle bir gelişmeye her zaman olduğu gibi son derece hazırlıksız bir şekilde karşı karşıya kalmıştır. Öncelikle bu tür dış unsurlarla etkili bir ilişki kurulmasını temin edecek siyasi kurumlar ve bu kurumların özünü teşkil eden siyasi kültürün terkedilmesi ciddi bir boşluk doğurmuştur. Başka bir deyişle Türkiye Cumhuriyeti bir yandan tasfiyesini deklare ettiği Osmanlı Devletinin mesuliyetlerini üstlenmek zorunda kalırken öte yandan bu zorunluluğun altından kalkılması için asgari şart olan siyasi kültür ve kurumlardan yoksun bulunmaktadır. Bulgaristan karşısında düşülen aciz durumun temel sebebi ülke dışında bulunan Müslüman Türk unsurların meselelerine müdahaleyi haklı çıkaracak hukuki ve reel olamamaktır.

İkinci önemli husus şu anda ülke içinde bulunan kitlelerin psikolojik hazırlıklarının yetersizliğidir. Yaklaşık bir asırdır yaşanan kimlik krizinden sonra 80’li yıllarda tırmanış gösteren ekonomi merkezli hayat anlayışının yol açtığı değer yıpranması ve depolitizasyon halkın bu çapta bir meseleyi göğüsleyerek manevi motivasyondan mahrum brakılmasına yol açmıştır. Bu çapta bir mesele ancak fedakarlık esası üzerine oturmuş bir değer sistemine sahip toplumlarca göğüslenebilir. Fenerbahçe’nin şampiyonluğunun uyandırdığı heyecan dalgasının Bulgaristan meselesinde onda bir nispetinde bile görülmeyişi, zekat potansiyeli trilyonlarca ifade edilen

Hiç yorum yok:

Blog Listem