22 Temmuz 2009 Çarşamba

Rumeli-i Şahane nin Balkanlaşması

İstanbul Vilayeti ile Çatalca ve İzmit Sancakları

“Rumeli-i Şahane”nin “Balkanlaşma”sı

http://www.bura.org.tr/haberler/haberoku.asp?hid=576


______________________________________________________________________Salih Altundere




______________________________________________________________ “Bay Ganyo’ya Türk kaftanını çıkarmasında yardımcı oldular,
_______________________________________________________________________üzerine bir Belçika ceketi geçirdi, herkes Bay Ganyo’nun
_______________________________________________________________________tam bir Avrupalı olduğuna karar verdi.” [1]
____________________________________________________________________________________________________________Aleko Konstantinov

Giriş


Osmanlı Devleti kuruluşundan itibaren hızla yayıldı, üç eski kıtanın birleştiği kadim medeniyetlere beşiklik etmiş olan geniş bir coğrafyayı hakimiyeti altına aldı. Türk, İran, Roma mirasını İslam inancı çerçevesinde mezcedip kendine has çok dinli, çok dilli, çok kültürlü komplike bir yapı kurarak bu geniş ve karmaşık coğrafyayı asırlar boyu genel anlamda barış içerisinde elde tutmayı başardı. Balkanlar Osmanoğulları’nın ilk hakimiyeti altına aldığı bölgelerdendi. İlk fethedildiği dönemde pek gelişmemiş olan bu yarımada, Osmanlı Devleti’nin en çok yatırım yaptığı, eserler inşa ettiği bir bölge olarak zamanla devletin belkemiği diyebileceğimiz bir konuma ulaştı.

Osmanlı Devleti’nin zayıflamasıyla birlikte, jeokültürel olarak doğuyla batı arasında bir geçiş bölgesi olma niteliği sergileyen bu coğrafya, çok renkli yapısıyla “düvel-i muazzama”nın müdahalesine açık hale geldi. Nitekim 800 yıl aradan sonra Endülüs’ü İber yarımadasından tasfiye eden Avrupalı devletler, 600 yıl aradan sonra Osmanlı’nın da Balkanlar’dan tasfiyesinde yarımadanın bu özelliğini kullandılar.

Neticede “Şark Meselesi” Balkanlarda Osmanlı’ya karşı ayaklandırılan ve ne derece gerçek ulus oldukları tartışılır olan halklara Batılı devletlerin siyasi çıkarları doğrultusunda birer ulus devlet bahşedilmesiyle sonuçlandı. Ve bunu, günümüze kadar uzanan, sürekli gerginliğin ve çatışmanın, bölünmenin ve çekişmelerin hakim olduğu, asimilasyondan soykırıma kadar uzanan politikaların, isim değiştirmeye kadar varan aşırılıkların yaşandığı bir süreç takip etti. Öyle ki “balkanlaşma” (balkanization/balkanieren) birbirine düşman ufak parçalara ayrılma manasında siyasi literatüre bile girdi. “Balkan” kelimesi bizatihi bunalım ve kriz gibi kelimelerle özdeşleşerek olumsuz çağrışımlar yapan bir tabir haline geldi.

Bu çalışmanın ana çerçevesini, asırlar boyu barış içinde yaşamanın en orijinal örneklerinden birini oluşturan Osmanlı hakimiyeti altındaki Balkan halklarının hangi temel sebeplerle ve saiklerle son yüz, yüz elli yıllık dönemde böylesi bir duruma geldiğinin incelenmesi oluşturacaktır. Ortaya çıkan her sorunun kendine has diğer sebepleri olmakla birlikte, genel bir perspektiften bakıldığında sorunların ana kaynağını oluşturduğunu düşündüğümüz üç temel sebebin izahı bu çalışmanın yapısını oluşturmaktadır.

Tesbit ettiğimiz üç sebepten birincisini karmaşık ve çok renkli Osmanlı coğrafyasından, ve bu yapıyı bir arada tutan Osmanlı sisteminden ulus-devletlere dönüşüm, ikincisini büyük devletlerin aralarındaki çıkar ilişkileri ve çatışmalarının bölgedeki yansımaları, üçüncüsünü ise Osmanlı Medeniyeti’nin çok güçlü bir miras bıraktığı bölgede Osmanlı sonrası dönemde Batı medeniyetinin sert ben-idrakinin yol açtığı yıkım ve tasfiye oluşturmaktadır.

Bu üç temel sebebin izahına başlanmadan evvel çalışmanın ilk bölümünde “Balkan” tabirinin ortaya çıkışı ele alınacaktır. Bu coğrafyayı kastetmek için ne zamandan beri “Balkan” tabiri kullanılıyordu ve hangi saiklerle böyle bir kavram ortaya çıkmıştı? Hem konuya anlamlı bir giriş yapılması açısından hem de bu coğrafyanın adlandırılmasında meydana gelen değişme esasında bizlere bölgenin kaderindeki değişmeyi de gösterebilecek bir niteliğe sahip olduğundan çalışmaya bu şekilde bir başlangıç yapılması faydalı olacaktır.

“Balkanlar” tabiri nasıl ortaya çıktı?

Bölgenin tamamına yakınının Osmanlılar tarafından oldukça kısa bir sürede ele geçirilmesi ve Osmanlı Devleti’nin kurduğu sistemle bölgede kalıcı olduğunu göstermesinin ardından, bugün Balkanlar olarak bildiğimiz coğrafya Avrupalılar tarafından “Avrupa Türkiyesi”, “Avrupa’daki Türkiye”, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa yakası” gibi Osmanlı Devleti’nin yarımadadaki varlığını çağrıştıracak kavramlarla anılmaya başlandı. Osmanlılar için ise bu bölge “Rum-Eli” yani “Romalıların, Rumların toprakları”, “Rumeli-i Şahane”, “Avrupa-i Osmani” idi.

1878 Berlin Antlaşmasından sonra Osmanlı Devleti’ni yarımadadaki topraklarının çoğunu kaybedince Avrupalı devletler bu bölge için yeni isim arayışına giriştiler. Osmanlı Devleti ile yapılan her antlaşmada lehlerinde taviz koparmaya çalıştıkları gayrimüslim bölge halkı ile bağdaştırmak amacıyla “Yunan Yarımadası”, “Slav-Yunan Yarımadası”, “Güney Slav Yarımadası” vb. tabirler gündeme gelirken, bölgeyi Avrupa’ya bağlama arayışının bir sonucu olarak “Güneydoğu Avrupa” ifadesi kullanılmaya başlandı, hem de Fransa’ya yahut Almanya’ya giden bir Yunan’ın hala “Avrupa’ya gitmek”ten bahsettiği bir dönemde. Avrupa merkezci anlayış ise kendini merkeze yerleştirdikten sonra doğunun bir parçası olan, ama kendine yakın kısmını kapsayan anlamında “Yakın Doğu” tabirini kullanmayı uygun gördü.

Güneydoğu Avrupa” tabiri, birliğini tamamlayan Almanların 19.yy sonlarında bölgeye ilgisinin yoğunlaştığı bir dönemde Almanlar tarafından kullanılmaya başlanmıştı, ancak Nazilerin iktidara gelmesi ve bu kavramı “Büyük Alman İmparatorluğu’nun güneydoğudaki doğal ekonomik ve siyasi uzantısı” anlamında kullanmaya başlamalarıyla gözden düştü. Nihayet yarımadaya Osmanlı ile ilişkilendirmelere son verecek bir kavram olarak yarımadanın tam orta kısmındaki dağlar silsilesinin adı olan ve sarp ve ormanlık sıradağ anlamına gelen “Balkan” tabiri yaygınlaştı. Bu tabir bile kelimenin Türkçe kökenli olması sebebiyle rahatsızlık veriyordu ama sonunda en yaygın kullanıma kavuşan kavram bu oldu. [2]

Bu yarımadaya yönelik isimlendirmeler bize bu coğrafyada yaşanan sorunların bahsettiğimiz üç temel sebebini anlamamız açısından ilginç bir gösterge sunuyor. Onun için çalışmanın bundan sonraki kısmında ilk önce bu üç temel sebebi geniş olarak ele alacağız. Ardından en son olarak, yarımadanın isimlendirilmesi sürecinin, mevzubahis olan üç temel sebebin nasıl ilginç bir şekilde öncül alametleri olduğunu göstereceğiz.

I. Osmanlı Sisteminin Çözülmesi ve Ulus-Devletlerin Kuruluşu

Ulus-devlet yapılarına dönüşüm sadece Balkanlar’da değil, dünyanın hemen hemen her yerinde birçok sorunlara yol açmıştır. Ancak Balkanlar’da bunun şiddeti çok daha derinden hissedilmiştir. Bunun Balkanlar’ın kendine has bazı özelliklerinden kaynaklandığı söylenebilir.

Bunların en başında Balkanlar’ın bir geçiş bölgesi vasfı göstermesi ve sonuncusu Osmanlı Devlet’i olmak üzere tarih boyunca genel anlamda çeşitli imparatorlukların hakimiyeti altında yaşaması sebebiyle çok karmaşık ve bir o kadar da renkli bir yapı göstermesidir. (Aşağıda ilk olarak bu konuyu inceleyeceğiz.) Renkli bir yapıyı değil, homojen bir yapıyı hedefleyen ve bu homojen yapı temelinde ulusal sadakat bekleyen ulus-devletlerin teşekkülü, kurucu elitlerden farklı nitelik arz eden topluluklar için oldukça problemli bir dönemin başlangıcı olmuştur. Ve Balkanlar’da bu kategoriye giren insanların büyük bir yekun oluşturması ulus-devletlere dönüşüm sürecini çok daha sancılı hale getirmiştir.

Milliyetçiliğin ve milli kimliklerin inşasında öteki tanımlaması şüphesiz ki önemli bir yer tutar. Nitekim dünyanın diğer coğrafyalarındaki milliyetçiliklerin gelişmesinde de benzer bir durum söz konusu olmuştur. Ancak Balkanlar’ı farklı kılan diğer bir husus olarak, bölgede çok köklü bir miras bırakmış olan Osmanlı’nın ötekileştirilmesi [3] Balkan milliyetçiliğinin getirdiği en önemli çıkmazlardan birini oluşturmuştur. Çünkü -Balkan devletlerinin genel anlamda daha önce ciddi siyasi ve kültürel güçlü ve kalıcı yapılar oluşturamamış olmaları ve son beş asırlarını Osmanlı hakimiyeti altında geçirmeleri sebebiyle- bu devletlerin sahip olduğu miras büyük oranda Osmanlı mirasıdır ve bu mirasın reddi ve ötekileştirilmesi Balkan halkları için süreklilikten kopuş ve tarihsizleşmeyi de beraberinde getiren bir sürece yol açmıştır.

Ulus-devletlerin oluşumunda diğer önemli bir husus da kimlerin ulusa dahil olduğu ve ulusun sınırlarının, yani vatanının neresi olduğu sorunudur. Burada da Balkanlar’ın kendine has yapısı problemlerin katlanmasında önemli rol oynamıştır. Bölgenin karmaşık ve çok renkli yapısı ulusa kimlerin dahil olduğu sorusunu güçleştirmiştir. Ancak Balkan ulus-devletlerinin hem kendi uluslarından olduklarını ileri sürdükleri kişilerin azınlık oldukları yerlerde, hem de uluslarından hemen hemen kimsenin yaşamadığı fakat geçmişte kısa dönemli hakim oldukları topraklarda hak iddia etmeleri vatan sorusunu çok daha girift bir hale getirmiştir. Balkan halkları dağınık bir coğrafyada ve iç içe yaşadıkları için ve geçmişteki kısa dönemli devletlerinin sınırları büyük oranda çakıştığı için aynı yer üzerinde birçok devlet hak iddia etmiş ve yayılmacı politikalar izlemeye başlamış, haliyle bu da beraberinde “balkanlaşma”yı getirmiştir.

Balkanlar’daki sorunların temelinde yer aldığını düşündüğümüz üç husustan ilki olan Osmanlı sisteminden ulus-devletlere geçiş sürecini, öncelikle Balkanlar’daki çeşitliliği ele alarak, bu çizmiş olduğumuz çerçevede izah edelim:

Ulus-devletlere dönüşüm öncesinde Balkanlar’ın demografik yapısı

Balkanlar’ın dünyadaki en renkli yapıya sahip olan, çok fazla sayıda farklı unsurun bir arada yaşadığı yerlerden biri olduğunu söylemekle pek abartmış olmayız. En azından yüzyıl öncesine kadar büyük oranda öyle idi. Bunda Balkanlar’ın iki özelliğinin bilhassa etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Bunlardan birincisi bu yarımadanın tarih boyunca geçiş bölgesi olmasıdır. Yüzlerce yıl boyunca bu bölge Batı ile Doğu, Katoliklik ile Ortodoksluk, Hıristiyanlık ile İslamiyet, Habsburglar ile Osmanlı, Kapitalizm ile Sosyalizm, NATO ile Varşova Paktı vs. arasında geçiş bölgesi olma özelliğini göstermiş, bu iki kutuptan hangisi baskın gelmeye başlamışsa, o unsurlar bu coğrafyada yayılmaya başlamıştır. Böylece değişen dönemlerde farklı etkiler altında kalan bu bölge birçok farklı unsuru içerir olmuştur.

İkincisi ile bölgenin genel anlamda son yüzyıl hariç büyük imparatorlukların egemenliğinde kalmış olmasıdır. Ancak bu imparatorlukların zayıfladığı yahut dağıldığı ve siyasi birliğin bulunmadığı dönemlerde küçük bölünmüş ve birbiriyle çatışan siyasi yapılar ortaya çıkmıştı. Büyük imparatorluklar ise tabiatları gereği farklı unsurların hakimiyetleri altında yaşamasına genel anlamda imkan sağlamaktaydı. Sırasıyla, İskender’in, Roma’nın ve Doğu Roma’nın devamı niteliğindeki Bizans’ın hakimiyeti altında kalan bu bölgenin tamamına yakını 14. ve 15. yüzyıllarda adım adım Osmanlı hakimiyetine girdi. Bu dönemde bölgenin sakinleri Yunanlılar, Slav kökenli Sırplar, Hırvatlar, Karadağlılar, Makedonlar, Slavlaşan Bulgarlar, Roma kalıntısı Latin kökenli Rumenler ve Ulahlar ile bölgenin yerli halkı İlliryalıların torunları olan Arnavutlardan oluşuyordu. Ayrıca Çingenelerin yanı sıra Osmanlılardan önce gelmiş ve Hıristiyanlaşmış Türk unsurlar da mevcuttu. Hemen hepsi Bizans döneminde Ortodokslaşmış, ancak ağırlıklı olarak Hırvatların yaşadığı kuzeydeki bölgelerde Katoliklik baskındı.

Biz burada bugünkü yapıdan hareketle toplumları isimlendirmiş olsak da, Osmanlı yerel kültürleri koruduğu ve ayrımı dini sınıflandırmaya göre yaptığı için, aynı dine mensup olan, hele hele aynı dil kökeninden gelen halkları birbirinden net çizgilerle ayırmak neredeyse imkansızdır. Yani kimin hangi millete ait olduğundan çok, belirli dine sahip insanların oluşturduğu geçişken bir yapıdan söz edilebilir. Özellikle hem Ortodoks Hristiyanlar olan hem de Slav kökenli lehçeler konuşan geniş bir alana yayılmış halklar için bu çok daha geçerli bir durumdur. (Bu durum haliyle belirli bir bölgede yaşayan insan topluluğu için pek çok Balkan devletinin hak iddia etmesine yol açmıştır. Bu halin çarpıcı bir örneğini oluşturan Makedonya’nın durumu daha sonra ele alınacaktır.)

Osmanlıların bölgeye hakim olması yarımadayı farklılık açısından bir kat daha zenginleştirdi. Osmanlı’nın iskan politikalarıyla önemli bir Türk nüfus buralara yerleşti, aynı zamanda diğer birçok etnik unsurdan da kimi zaman tamamına yakını kimi zaman sadece küçük bir kısmı olmak üzere İslamiyet’i kabul edenler oldu.[4] Arnavutların ve Çingenelerin çoğu müslüman olurken, Sırplarla aynı kökenden olan Boşnaklar, Bulgar Müslümanları olan Pomaklar, Makedonyalı Müslümanlar, daha çok Türk nüfusu içinde eriyen Yunan Müslümanlar diğer önemli müslüman grupları oluşturdular. Ancak kökeni Selçuklulara dayanan ve ismini İzzettin Keykavus’tan alan Gagavuzlar, büyük oranda Ortodoks Hıristiyan olarak kaldılar. [5] Büyük oranda Osmanlı döneminde yarımadaya yerleşen bir diğer unsur da İspanya’dan sürülünce Osmanlı Devleti tarafından kabul edilen ve bu bölgeye yerleştirilen Yahudilerdir.

Bölgenin son hakiminin Osmanlılar oluşu yarımadanın zenginliğinde kritik bir önemi vardır. Çünkü Osmanlıların getirdiği zenginlik sadece Türk ve Müslüman unsurların bölgeye yerleşmesi, bazı yerli unsurların da İslamiyet’i kabul etmesi değildir. “Osmanlı’nın başarısı, geleneksel kültürleri kendi bünyesinde yaşatan, farklı insan unsurlarını kendi iç bütünlüklerini koruyan ve yeniden üretebilen bir üst sistemik bütünde bir arada tutabilmesindeydi.” [6] Yani farklı unsurların bulunmasını tolere etmiyor, onlara bizzat kendi sistemi içerisinde yer açıyordu.

Osmanlı Devleti bu yapıyı millet sistemini kurarak temellendirmişti. Bu sistem kelimenin bugünkü anlaşıldığı manada etnik unsurlara değil, dini sınıflara dayanıyordu. Müslümanlar müslüman milletliydi, bölgenin ağırlıklı nüfusunu oluşturan Ortodokslar ise farklı etnik ve dilsel yapıda da olsalar hepsi Rum Ortodoks milletine bağlıydı. Bu iki ana millet haricinde daha az sayıda mensup barındıran Ermeni (mezhebe bağlı ayrılıklarından dolayı ayrı bir millet idi), Katolik ve Yahudi milletleri de vardı.

Milliyetçi ideolojiler Batı Avrupa’da gelişmiş, büyük oranda gayrimüslim olan zengin tüccarlar tarafından Osmanlı coğrafyasına tanıştırılmış ve büyük devletlerin emelleri doğrultusunda teşvik edilmişti. Yalnız bu akımlar genelde Osmanlı coğrafyası, özelde Balkanlar açısından Batı Avrupa’da olduğundan daha farklı bir anlam ifade ediyordu. Batı medeniyetinin sert ve dışlayıcı vasfı [7] nedeniyle - Fransız İhtilali sonrası milliyetçilik akımları gelişmeden önce etnisite çok büyük problem oluşturmasa bile- özellikle dini açıdan Avrupa Devletleri Osmanlı Devleti’ne göre çok daha homojen bir yapı arz ediyordu. Hiçbir Avrupa devleti Osmanlı’da olduğu şekliyle bir çeşitliliğe sahip değildi.. 15.yy da İspanya’dan Katolik olmayan unsurların feci şekilde tasfiye edilmesi, Ortodoksların her fırsatta Katolikleştirilmeye çalışılması, 16.yy ortalarından 17.yy ortalarına kadar süren dönemde Avrupa’daki din savaşları Avrupa devletlerinin niçin daha homojen bir yapı sergilediğinin başlıca misalleridir. Aynı dönemde Osmanlı hakimiyetindeki halklar genel anlamda barış içerisinde yaşıyorlardı. Farklılıkları ahenkle bir arada tutmayı başaran Osmanlı sisteminde her farklı unsur hem kendi mahalli yöneticileri altında farklı bölgelerde dağınık halde yaşıyor, hem de diğer halklarla beraber özgün bir birliktelik oluşturuyordu.

Balkan coğrafyasının şimdiye kadar bahsettiğimiz, aşağıda bahsedeceğimiz, hatta bu çalışmanın kapsamı dışında kalması sebebiyle bahsedemeyeceğimiz pek çok özelliğine Makedonya ilginç bir örnek teşkil etmektedir. Osmanlı döneminde diğer Balkan devletlerinde olduğu gibi Makedonya’nın da kesin sınırları yoktu. Makedonya, Selanik, Kosova ve Manastır’ı kapsayan bölgeye dair genel bir adlandırmaydı. Balkanlar’ın temel özelliği olan çeşitlilik Makedonya’da inanılmaz boyuttaydı. Balkanlar’da yaşayan hemen her halktan insan bu coğrafyada yaşamaktaydı. Balkanlar’ın –Osmanlı hakimiyeti sona ermeden önce- çoğu yerinde olduğu gibi, hatta onlardan çok daha fazla oranda burada da büyük bir Müslüman nüfus yaşıyordu. Ayrıca bu bölge tarihte hem Bizans’ın, hem de kısa dönemli olarak orta çağ Sırp ve Bulgar krallıklarının bir parçası olduğundan üzerinde tarihi hak iddia etmek için Balkan devletlerine yeterli imkan veriyordu. Balkanlar’da derin bir iz bırakan Osmanlı’nın Makedonya’daki mirası ise diğer bölgelere kıyasla çok daha ileri boyuttaydı. Kısacası Balkanlar’ın sahip olduğu temel özelliklerin hemen hepsinin çok daha fazlası Makedonya’da bulunmaktaydı. [8] Bu özel konumu sebebiyle Makedonya’nın durumuna zaman zaman çalışmamızın diğer bölümlerinde de değineceğiz.

Osmanlı sisteminden ulus-devlete giden yolda Balkanlar

19. yüzyılda Fransız İhtilali’nin getirdiği akımlar ve gelişen kapitalist Pazar ekonomisi Osmanlı’nın bu kendine has yapısını ciddi bir şekilde sarstı. “Kadimin süreklilik arzeden unsurlarını koruyarak değişen dinamik konjonktüre intibak etme çabası” [9] içerisinde olan Osmanlı Devleti sanayi devrimi, teknolojik gelişmeler ve sömürgecilikle asimetrik bir güç kazanan Avrupalı devletler karşısında, hem hakimiyeti altındaki geniş ve bir o kadar da karmaşık coğrafyayı korumakta hem de bu konjonktüre intibak etme çabasında yetersiz kalmaya başladı.

Farklı pek çok unsurun geniş bir alana dağılmış bir şekilde iç içe yaşadığı Balkanlar’da homojenliği hedefleyen milliyetçi ideolojilerin gelişmesi ve ulus-devlet yapılarının kurulması bölge halkları için adeta bir felaketler dizisi getirdi. Ulus-devletlerin gelişi dünyanın diğer yerlerinde de pek çok halkı asırlardır yaşamakta oldukları topraklarda istenmeyen azınlıklar durumuna düşürürken büyük bir çeşitliliğe sahip olması sebebiyle Balkan coğrafyası için sorun çok daha ciddi boyuttaydı. Bu durumda “yeni ulusal rejimler, çok daha uzlaşmaz bir görüşü benimseyecekti. Bu rejimlerin idaresinde bir azınlık mensubunun konumu, eski imparatorluklardakinden çok daha kötü olabiliyordu.

Genel olarak, merkezi rejime karşı olan veya bir statü değişimini destekleyen her türlü harekete hainlik gözüyle bakılabiliyordu. (…) Yarımadanın her yanındaki ulusal liderler, aileler bölgede yüzyıllardır yaşıyor olsa

_________________

[1] Bulgar yazar Aleko Konstantinov’un meşhur eseri Bay Ganyo’nun başlangıç kısmından olan bu alıntı Balkanlar’daki değişimin de özlü bir ifadesidir. Osmanlı’dan arınmışlardır, bu konuda kendilerine yardım edilmiştir, Batı modelini benimsemişlerdir. Cümlenin son kısmında ise ironik bir ifadeyle Avrupalılık sorgulanmıştır. Bkz: Aleko Konstantinov, Do Chicago i nazad. Bay Ganyo, Sofya: Bilgarski pisatel, 1983, 109 (Maria Todorova, Balkanları Tahayyül Etmek, (İstanbul: İletişim, 2003) s.90-91’den Türkçe olarak alıntılanmıştır.)

[2] Bu isim arayışlarıyla ilgili olarak bkz: Maria Todorova, Balkanları Tahayyül Etmek, (İstanbul: İletişim, 2003) s.65-68

[3] 1Balkanlarda Osmanlı mirası aramak anlamsız bir şeydir. Bizzat Balkanlar Osmanlı’nın mirasıdr.”(s.71). Balkanlar’da Osmanlı Mirasına dair bir çalışma için bkz: Maria Todorova, “Balkanlarda Osmanlı Mirası”, der. L. Carl Brown, İmparatorluk mirası : Balkanlar'da ve Ortadoğu'da Osmanlı Damgası, (İstanbul: İletişim, 2000) s.70-112

[4] Osmanlı’nın demografik mirası için bkz: Maria Todorova, “Balkanlar’da Osmanlı Mirası”, çev. Bernar Kutluğ, der.Kemali Saybaşlı, Gencer Özcan, Yeni Balkanlar, Eski Sorunlar, (İstanbul:Bağlam Yayıncılık, 1997) s.127

[5] Kemal H. Karpat, “Gagauzların Selçuk-Anadolu Kökenleri” der. Kemal H. Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, (İstanbul:İmge Kitabevi, 2004), s.393-411

[6] Ahmet Davutoğlu, “Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü: Medeniyetler Arası Etkileşim Açısından Dünya Tarihi ve Osmanlı”, (İstanbul:Divan İlmi Araştırmalar, 1999/2), s.20

[7] Bu husus üçüncü bölümde geniş olarak ele alınacaktır.

[8] Makedonya’nın bu çok çeşitli yapısının ve Makedonya’nın geçirdiği dönüşüm sürecinin bir incelemesi için bkz: Hugh Poulton, Who Are The Macedonians?, (Hong Kong: Indiana University Pres, 2000)

[9] Ahmet Davutoğlu, “Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü: Medeniyetler Arası Etkileşim Açısından Dünya Tarihi ve Osmanlı”, (İstanbul:Divan İlmi Araştırmalar, 1999/2), s.13




bile, azınlık vatandaşlar için yabancı kelimesini kullanma alışkanlığı edinmişlerdi. Yugoslavya’daki Macar, Türk, Alman, Arnavut ve İtalyan yurttaşlara çoğunlukla bu gözle bakılıyordu; Romanya’daki Macarlar, Almanlar, Ukraynalılar ve Yahudiler de aynı kaderi paylaşıyordu.” [10]

Milli önderler bir yandan kendi milletlerinden olduklarını iddia ettikleri ama birbirinden bir çok bakımdan farklılıklar ihtiva eden insan topluluklarını birörnekleştirmeye çalıştılar, diğer yandan ise “yabancı” azınlıklar olarak düşündükleri toplulukları öldürme (yahut öldürülmelerine göz yumma), göçe zorlama, mübadele, mümkünse sert asimilasyon politikalarıyla eritmeyi ve yok etmeyi benimsediler. Azınlıklar Balkanlar’ın bu çok çeşitli yapısı yüzünden ciddi bir yüzde oluşturuyordu. 19.yy başında Balkanlar’da pek çok yerde baskın grup toplam nüfusun yarısını bile oluşturmuyordu. [11] Haliyle ulus-devletlerinin bekası için azınlıkların bir şekilde ya asimile edilmeleri yahut da bir şekilde azaltılmaları gerektiği düşünülüyordu. Yine Bulgaristan örneğinde, bunun başlangıç aşamasının nasıl gerçekleştirildiğini Kemal Karpat şöyle anlatıyor:

“Bulgar devrimcileri 1875 ve 1876 yıllarında Tuna'yı geçmeye ve halkı ayaklandırmaya ikna oldular, çünkü Bulgaristan olarak adlandırdıkları topraklarda, sabırsızlıkla kendisini "Türk boyunduruğundan" kurtaracak önderleri bekleyen bir "Bulgar ulusunun" varolduğunu iddia eden kendi propagandalarına inanır hale gelmişlerdi. Fakat Bulgar devrimcilerinin kendi başlarına yapamadıkları, Berlin Anlaşmasıyla Rusya ve Batılı devletler tarafından -gerçekten değilse de ismen- kendilerine altın tepsi içinde sunuldu. Anlaşmanın Bulgar özerkliğini ilan etmesinin ardından, Bulgarlara ait olduğu söylenen topraklar üzerinde, fakat aslında Bulgarların azınlıkta olduğu yerlerde bir Bulgar çoğunluğu ile Bulgar devleti hala kurulmayı bekliyordu. Bunun nasıl gerçekleştirildiği iyi bilinmektedir. Rus askerleri ve Bulgar silahlı çeteleri 300,000 kadar Türkü öldürdüler, 1,000,000 kadarını ise yurtlarından sürüp çıkardılar.” [12]

Bu tasfiyenin ileriki bir örneği olarak da oldukça yakın bir dönem olarak sayılabilecek olan bir dönemde, komünist yönetimin çöküşünün hemen öncesinde, 80’li yılların özellikle ikinci yarısında yaşananlar oluşturmaktadır. Bulgaristan hükümeti, nüfusun önemli bir kısmını oluşturan Müslümanları asimile etme maksadıyla ülkedeki Müslümanların isimlerini zorla değiştirmeye çalışıyordu. [13] Sünnet olmak, kurban kesmek, hatta cenazelerin yıkanması bile yasaktı. [14] Kimi camiler yıkılmış bazıları ise tütün deposuna dönüştürülmüştü. On binlerce insanın baskılardan kaçarak Türkiye’ye göç etmesi ise olayın ayrı bir boyutuydu.

Hıristiyan unsurlar zaten aralarında birbirlerini ayıran keskin çizgiler olmaması sebebiyle asimile edilmeye daha müsaitti. Ancak asimile edilemeyeceği -yahut bunun çok zor ve uzun bir dönem alacağı- düşünülen Müslüman unsurlar katliam ve göçe zorlama ile yok edilmeye çalışılmıştı. Gerek Yunanistan, gerek Sırbistan, gerekse Romanya olsun ilk isyanlar çıkar çıkmaz yapılan ilk iş bölgedeki Müslümanların öldürülmesi yahut sürülmesi, mallarının da müsadere edilmesi olmuştu. Bağımsızlıklarını kazandıran antlaşmaların da bir maddesi daima bölgedeki Müslümanların ülkeyi terk etmesi oluyordu. [15] Sınırları içerisinde çok büyük miktarda Müslüman nüfus bulunan Bulgaristan’ın 1878’de otonomi kazanmasından 1989’da komünist rejimin yıkılmasına kadar olan dönemde yaşananlar da bu durumun Müslümanlar açısından vaziyetin ne kadar insanlık dışı uygulamalara varabildiğinin bir göstergesidir.

Milliyetçi hareketler başladığından bu yana Balkanlar’da mübadeleler ve göçe zorlamalar ile büyük nüfus transferleri yaşanmıştı. Bu durum ulus-devletlerin yapılarını daha istikrarlı bir temele oturttuysa da, bunun bedeli hem göç eden milyonlarca insan için, hem de değişmenin söz konusu olduğu her iki devlet için de çok ağır oldu. Göç edenler çoğu zaman malını mülkünü büyük oranda arkasında bırakmak zorunda kalıyor, eskinin zenginlik ve refah içinde yaşayan büyük toplulukları göç ettikten sonra çoğu zaman oldukça sefil vaziyette her şeye sıfırdan başlamak durumuyla karşılaşıyorlardı. Beş milyonluk Yunanistan’a bir buçuk milyona yakın Rum’un göç etmesi sonucunda Osmanlı’nın zengin ve müreffeh Rumlarının sefil Yunan vatandaşlarına dönüşmesi bu sürecin trajik bir göstergesidir. [16]

Ayrıca her devletin kendi sınırları dışında kendi milletinden addettiği pek çok azınlığın yaşaması Balkanlar’ı balkanlaştıran önemli bir sebep oldu. Sınırların “ulusların kendi geleceğini belirleme” prensibinden ziyade aşağıda da değineceğimiz şekilde, zafer ve mağlubiyetlere ve büyük devletler arasındaki dengelere bağlı olarak çizilmesi sonucu bazı azınlıklar bulundukları bölgelerde çoğunluğu oluşturuyordu. Önemli bir istikrarsızlık sebebi olan bu durum ulus-devlet sisteminde -yeterli irade ve kudretin olduğu takdirde- hak iddia etmek için meşru bir sebep oluşturuyordu. Onun için böyle durumlarda bu azınlıkların çok sert yöntemlerle azaltılmaya çalışılmıştı. Balkanlar’da bu durumdan özellikle mustarip olan halkın Arnavutlar olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, diğer Balkan devletlerinde olduğu gibi arkalarında kendilerini devamlı destekleyen büyük güçler olmadığından kendi ulus-devletlerini bile diğerleri arasında paylaşılmaktan zar zor kurtaran Arnavutlar, nüfuslarının önemli bir bölümünü sınırlarının dışında bırakmak zorunda kalmışlardı. Tabiatıyla bu durumda dışarıda kalan Arnavutlar ciddi bir baskı altında kaldılar. Nüfusunun yüzde doksanını Arnavutların oluşturduğu, yapısı bugün bile hala istikrara kavuşmamış olan Kosova’da yaşananlar bunun acı bir örneğidir.

Balkanlar’da kimlik oluşumu ve Osmanlı’nın ötekileştirilmesi

Gellner’in ifadesiyle “sanayileşen” batı toplumlarının kendine has ihtiyaçlarından dolayı bir ulus-devlet kurma arayışları baş göstermişti. [17] Balkanlar’da ise Batı Avrupa’daki şekliyle milli bir bütünlük anlayışı olmadığı gibi, daha çok, yine Karpat’ın ifadesiyle “dini ve etnik niteliklerin karışımıyla oluşmuş, popüler bir cemaat birlikteliği ve ortak yaşam içinde var olma düşüncesi temelinde gelişmiş bir cemaat milliyetçiliği” [18] hakim idi. Mahalli yönetime katılma, evrensel anlayışa sahip dini milletlerine olan mensubiyet ve mahalli dini liderlerle etkileşim Osmanlı yönetimindeki halkların temel özelliğini oluşturuyordu. Batı Avrupa’da olduğu boyutta hiçbir şekilde bir “İngilizlik” ya da “Fransızlık” algısı yoktu. İlk olarak iktisadi ve içtimai sebeplerle başlayan isyanların, Batı’nın milliyetçilik fikirlerinden etkilenen ulusçu liderler tarafından bağımsızlığa ve ulus-devlet kurmaya yönelik ayaklanmalar halini alması ve başarıya ulaşması çoğu zaman imkansız görünürken büyük devletlerin politikaları neticesinde ulus-devletlere dönüşmesi neticesinde ulusçu liderlerin karşısına çıkan ilk görevleri karmaşık Osmanlı coğrafyasından kendi düşünceleri temelinde aceleyle bir “milli kimlik geliştirme” oldu. Bu milli kimliklerin nasıl geliştirildiği hakkında milliyetçilik teorisyenleri birçok farklı tespitte bulunmuştur. Ulusçu önderler daha çok seküler bir zihniyete sahip olsalar da dinin en önemli kimlik referansı olduğu Osmanlı toplumunda, tabi olarak, evrensel kilise anlayışından kopma ve yerel kiliselerin kurulması ilk aşamayı oluşturdu. Sırp ve Bulgar kiliselerini bir yana bırakırsak, Yunanistan bile -Fener Rum Patrikhanesi tüm cesametiyle mevcutken- kendi milli kilisesini kurdu. Çünkü Patrikhane evrensel bir anlayışa sahipti ve Osmanlı hakimiyeti altındaydı, yani Osmanlı’yı temsil ediyordu. Yunanistan’a ise milli bir kilise lazımdı.

Milli, şanlı ve “Türk boyunduruğu”na karşı asırlarca şerefle direnmiş(!) bir tarihin ve geleneklerin icadı [19] konuşulmakta olan pek çok farklı yerel dilden birinin seçilip, yabancı (yani genel olarak Osmanlı) unsurlardan ayrıştırıldıktan sonra basının ve kitle eğitiminin gücünün kullanılarak sınırlar içerisinde milli bir dilin oluşturulması [20] ve benzeri ulus meydana getirme teknikleri sayesinde kimlik oluşturulması için gereken temel üç unsur olan din, tarih ve dil, milli bir çerçevede dönüştürülmüş oluyordu. Bu, dinin evrensel anlayıştan koparılarak devlet vesayeti altına alınmış olması ve büyük oranda suni olan tarih ve dilin devlet eliyle inşası ve icadı ile sağlanmıştı. Yani bir anlamda devletler milletlerini yaratıyordu, milletler devletlerini değil.

Ancak Balkan devletlerinin büyük bir handikapı vardı. Kendi milli kimliklerini oluşturmak için Osmanlı Devleti’ni “öteki” konumuna yerleştirmişlerdi. Dört beş asır boyunca Osmanlı toplumunun bir parçasını oluşturduktan sonra onu düşman konumuna yerleştirmek bu yeni ulus-devletlerin en zayıf noktalarından bir oldu.

Daha önce de belirttiğimiz gibi -Yunanistan’ı ayrı tutarsak- Balkan devletleri genel anlamda sırasıyla İskender, Roma, Bizans ve Osmanlı gibi imparatorlukların hakimiyeti altında varlığını sürdürmüştür. Ancak bu devletlerin zayıfladığı dönemlerde yarı-bağımlı ya da görece bağımsız siyasi yapılar kurmuş ancak süreklilik arz eden büyük siyasi sistemler oluşturamamıştır. Mesela Bulgar krallığı biri 9. yüzyılda, diğeri de 11. yüzyılda olmak üzere Bizans’ın görece zayıf olduğu iki dönemde belli bir hakimiyet sağlayabilmiştir. Ayrıca bu halklar kendilerine has kültürel unsurlarında belli bir sürekliliği muhafaza etmekle beraber daha çok hakimiyeti altında oldukları devletin kültüründen etkilenmişlerdir. Bölgenin son, en uzun ve en istikrarlı hakimi olan Osmanlılar, bu halklara kendilerine has yapılarını sürdürecek bir alan tanımış, aynı zamanda bu uzun süreç içerisinde Balkanlar’da hayatın her alanında derin bir miras bırakmıştır. Bu sebeple Balkan halklarının sahip olduğu miras içerisinde en önemli yeri Osmanlı mirası tutmaktadır. Ne var ki, milli kimlik inşasında, özellikle tarih perspektifinin oluşturulmasında Osmanlı’nın öteki olarak tanımlanması, Osmanlı’dan kalan bütün izlerin yok edilmeye çalışılması Balkan halklarını Davutoğlu’nun ifadesiyle “nihai anlamda tarihsizleşme ile noktalanacak şekilde tarihi süreklilikten koparak tarih bilincini kaybetmek”le yüz yüze bıraktı.” [21] Todorova’nın da belirttiği gibi 19. yüzyılda Avrupalıların yaptığı değerlendirmelerle Balkan tarih yazıcılığından kaynaklanan (bugünküler de dahil) değerlendirmelerin çoğuna göre “Osmanlı, otokton Hristiyan Ortaçağ toplumlarına (Bizanslı, Bulgar, Sırp, vb.) dayatılan, dinsel, toplumsal ve kurumsal açıdan yabancı bir unsurdur; Osmanlı’nın izleri saptanabilir, ama bunlara söz konusu toplumların yerli, doğal bünyesine yapılmış, organik olmayan eklentiler gözüyle bakılır. Bu yorumun temelinde, gerek Hristiyanlık’la İslam arasında, gerekse de yeni gelenlerin esas itibariyle göçebe uygarlığı ile Balkanlar’ın ve Yakın Doğu’nun eski kentsel ve yerleşik tarımsal uygarlıkları arasında köklü bir uyuşmazlık inancı yatmaktadır.” [22]

Balkan tarih yazıcılığı çoğu zaman bu yaklaşımı çok daha aşırı boyutlara vardırmıştır. Bugün de hala sürdürülmekte –ancak ulus-devlet anlayışının da zayıflamasıyla bugün yavaş yavaş yumuşamaya başlayan- yaklaşım, Osmanlı dönemini zalim “Türk boyunduruğu”nda kalınmış, mücadele içinde geçmiş, çok da önemsenmemesi gereken bir dönem olarak görüyor. Osmanlı dönemini atlayıp daha gerilerde “şanlı bir tarih” arıyor.

Osmanlının dışlayıcı bir yaklaşımla “öteki”leştirilmesinin meydana getirdiği bir diğer sonuç, Osmanlı mirasının, yani Osmanlı bakiyesi eser ve unsurların tahribatı ve tasfiyesi oldu. Balkanlar, bu çalışmanın girişinde de bahsedildiği gibi, Osmanlılar tarafından ilk fethedildiği dönemde pek gelişmemiş bir bölgeydi. Fethinden sonra imparatorluğun adeta merkezi denilecek bir konuma ulaşmış ve Osmanlıların en çok yatırım yaptığı, eserler inşa ettiği bir bölge haline gelmişti. Osmanlı’nın “öteki”leştirilmesi sonucunda Osmanlı mirası her alanda tahribata uğramaya başladı. (IRCICA) Mostar Köprü’sünün Hırvatlarca bombalanması bu durumun yakın zamandaki sembolik örneklerinden birini oluşturmuştur.


“Ulus kimlerden oluşuyor?” & “Vatan toprakları neresi?”

Osmanlı hakimiyetinin önce zayıflayıp sonra dağıldığı ve tamamen sona erdiği Balkanlar’da son bir buçuk asırda yaşanan sorunların üç temel sebebinden biri olarak ele aldığımız “Osmanlı sisteminden ulus-devletlere dönüşüm süreci”nin incelendiği birinci kısmın giriş bölümünde, önemli bir sorun kaynağı olan bir hususun da kimlerin ulusa dahil olduğu ve ulusun sınırlarının, yani vatanının neresi olduğu meselesi olduğunu belirtmiştik.

Ulusa kimlerin dahil olduğu meselesi temel olarak iki problem alanı doğurmuştur. Bunlardan birincisi daha önce de pek çok kere değinmiş olduğumuz üzere Balkanlar’ın çok çeşitli ve geçişken yapısı sebebiyle ve Osmanlı’nın etnik herhangi bir yapıya göre değil dine göre sınıflandırma yapması sebebiyle birçok halkın hangi millete ait olduğunun çok net olmamasından kaynaklanmaktadır. Ulus-devletlerin kurulma aşamasında ayrı millet olduğu düşünülen unsurların ne derece ayrı olduğu, aynı millete mensup olduğu düşünülen unsurların da ne derece aynı milleti oluşturduğu da belli değildi. Diğer bir ifadeyle vaziyet şuydu: Fransız İhtilali’nin getirdiği akımlardan etkilenen, Osmanlı’nın zayıflamasından ve büyük devletlerin kendilerini desteklemesinden istifade eden milliyetçi önderlerin temsil ettiği belirli ufak azınlıklar bulundukları bölgede kendilerine en çok benzediklerini düşündükleri geniş halk kitlelerini kendi cemaatleri olarak hayal ediyor, bunları bir şekilde ulus-inşası yöntemleri kullanarak kendi uluslarından kılmaya uğraşıyorlardı. İşin içine belirli bölgeler üzerinde –büyük ölçüde icat edilmiş tarihe de dayanarak- hak iddiaları da girince aynı halklar üzerinde birçok devlet mücadele etmeye başlamıştı. Makedonya üzerinde hemen hemen bütün Balkan devletlerinin hak iddiası olması bunun çarpıcı bir göstergesidir. 20.yy’ın başında devamlı genişleme arayışında olan yeni kurulmuş Balkan devletleri için Makedonya’nın yukarıda anlatmış olduğumuz özellikleri hak iddia etmek açısından yeterli fırsat tanıyordu. “Yunanlılar, Makedonyalıların Slavlaştırılmış Yunanlı olduklarını iddia edip güney Makedonya’yı kendi topraklarına katarken ve Sırplar kuzey Makedonya bölgesinin ortaçağ Sırp ‘devletinin’ bir parçası olduğu iddiasıyla 1912-13 yıllarında Kuzey Makedonya’nın büyük bir bölümünü ilhak ederlerken; Bulgarların, Makedonyalıların Bulgar olduklarını ya da eğer Yunanca konuşuyorlarsa Helenleştirilmiş Bulgar olduklarını iddia etmelerine karşın 1912 yılına dek Makedonya nüfusunun çoğunluğu Türkler Arnavutlar ve Ulahlardan oluşan Müslümanlardan meydana geliyordu.” [23]

İkinci problemli husus ise bir Osmanlı mirası olan Balkanlar’da dinin belirleyici rolünün anlaşılamamasından kaynaklanmıştır. İslam’ı benimsemiş Bulgarlar olan Pomaklar “zorla Müslümanlaştırılmış Bulgarlar” olarak kabul edilip “gerçek” kimliklerinin kendilerine “iadesiyle” ulusunun bir parçası haline getirilmeye çalışılıyordu. Bu “kimlik iade etme” çabaları büyük kitlelerin başta Türkiye olmak üzere dışarıya göçüne sebep olmuş, geride kalanlar ise bin bir türlü insanlık dışı uygulamaya maruz kalmıştı. Yugoslavya’nın dağılma süreci de benzer şekilde dinin Balkan halklarının kimliğinde ne kadar önemli bir yeri olduğunun göstergesi oldu. Sırplar, Hırvatlar, Boşnaklar hatta Makedonlar aynı Slav kökene mensuptu. Ama aralarındaki dine dayalı farklılıklardan dolayı aynı milletin parçaları olmaları imkansızdı. Bu durumun göz ardı edilmesi etkileri bugün de süren derin bir istikrarsızlığın temel bir unsuru oldu.

Vatan topraklarının neresi olduğu meselesi de, birçok bölgenin birden fazla devlet tarafından kendi parçaları olduğu iddiası sebebiyle Balkanlar’da önemli bir sorun kaynağı olmuştur. Balkan devletleri hak iddialarını iki esas üzerinden yapıyorlardı. Bunlardan birincisi yukarıda izah ettiğimiz “ulusa dahil olanların” yaşadıkları yerler, ikincisi ise tarihi sınırlardı. Birincisinin problemli tarafı, Balkanlar’daki çeşitlilik ve geçişlilikten dolayı 1)Makedonya örneğinde olduğu gibi aynı halk üzerinde birçok devletin hak iddiasında bulunması, 2)bir devletin ulusunun yaşadığı yerde diğer devletlerin de uluslarının yaşıyor olmasıydı. Bu durumda savaşlardaki galibiyet veya mağlubiyete bağlı olarak herhangi biri o bölgeyi ele geçiriyor, diğer unsurlar da mübadele veya diğer yollarla oradan tasfiye ediliyordu. İkinci önemli çatışma alanı doğuran husus olan tarihi sınırlara dayanarak hak iddia etmenin problemli tarafı ise 1)ortaçağ Sırp ve Bulgar krallıklarında olduğu gibi, dayandırılan tarihin büyük oranda icat edilmiş olması ve bu bölgelerde sadece kısa dönemli, etnik temele dayanmayan ve belli güce ve sürekliliğe ulaşmamış hakimiyetlerin kurulmuş olması, 2)yine Makedonya örneğinde olduğu gibi, hak iddia edilen bölgelerin büyük oranda birbiriyle çakışıyor olması, 3)yüzde doksanı Arnavut olduğu halde Sırbistan tarafından işgal edilen Kosova örneğinde olduğu gibi, çoğu durumda, iddia edilen tarihi sınırların, zaman içerisinde yaşanan nüfus hareketlilikleri sonucu artık gerçeği büyük oranda yansıtmıyor oluşudur.

Vatan topraklarının bu iddialar çerçevesinde belirlenmesi Büyük Sırbistan, Büyük Hırvatistan, Megali İdea gibi toprak kazanımları hedefleyen hareketleri ortaya çıkarmış, bu da Balkanlar’ı “balkanlaştıran” önemli bir etken olmuştur. Süreç içerisinde bazı aşırı hareketler törpülenmiş gibi gözükse de, aynı zihniyet Balkan devletlerinin siyasetçilerinin temel muharriklerinden olmayı sürdürmüştür. Yakın zamanda Bosna’da ve Kosova’da yaşananlar bunun acı misalleridir.

II. Büyük Devletlerin Çıkar İlişkilerinin Balkanlar’daki Yansımaları

Ulus-devletlerin teşekkülünün Balkanlar’da yaşanmış olan sorunların ve hala süren istikrarsızlığın anlaşılmasındaki ehemmiyeti tartışılmazdır. Ancak vakıanın bunu da aşan, daha doğrusu bu süreci daha sancılı bir hale dönüştüren bir yönü olduğu da aşikardır. O da Balkan devletlerinin gerek bağımsızlıklarını kazanmalarında, gerek sınırlarının belirlenmesinde, gerek bu devletlerin toprak kazanımları ve kayıplarında, gerekse de bu devletlerin iç işlerinde “düvel-i muazzama”nın büyük tesiridir.

Osmanlı Devleti’nin zayıflaması ve sahip olduğu geniş coğrafya üzerindeki hakimiyetinin azalmasıyla birlikte, Osmanlı siyasi otoritesinin ve hakimiyeti altındaki halkların geleceği konusu büyük güçler arasında ciddi bir rekabet ve çatışma alanı doğurmuştu. “Şark meselesi” olarak da adlandırılan bu durum 19.yy’da büyük devletler arasındaki diplomatik ilişkilerin en önemli konularından biriydi. Bu gelişmeler çerçevesinde Balkanlar da bu rekabetin odaklandığı noktalardan biri haline geldi.

_________________

[10] Barbara Jelavich, Balkan Tarihi, c.2, (İstanbul: Küre Yayınları, 2006), s.145

[11] Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Demografik ve Sosyal Özellikleri, (İstanbul: Tarih Vakfı, 2003)

[12] Kemal H. Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, (İstanbul:İmge Kitabevi, 2004), s.44

[13] Bulgaristan’daki etnik Türklerin 1984-1989 yılları arasında zorla asimile edilmeye çalışılması hakkında detaylı bilgi için bkz: Hugh Poulton, Balkanlar – Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler, (İstanbul:Sarmal Yayınevi, 1993), s.157-184

[14] a.g.e, s.164-165

[15] Barbara Jelavich, Balkan Tarihi, c.1, (İstanbul: Küre Yayınları, 2006), s.292

[16] Barbara Jelavich, Balkan Tarihi, c.2, (İstanbul: Küre Yayınları, 2006), s.145

[17] Ernest Gellner, Nations and Nationalism (London: 1983), p.40

[18] Kemal H. Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, (İstanbul:İmge Kitabevi, 2004), s.13

[19] Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı, (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006)

[20] Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, (İstanbul: Metis Yayınları, 2004), s.52-62

[21] Ahmet Davutoğlu, “Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü: Medeniyetler Arası Etkileşim Açısından Dünya Tarihi ve Osmanlı”, (İstanbul:Divan İlmi Araştırmalar, 1999/2), s.35

[22] Maria Todorova, “Balkanlarda Osmanlı Mirası”, der. L. Carl Brown, İmparatorluk mirası : Balkanlar'da ve Ortadoğu'da Osmanlı Damgası, (İstanbul: İletişim, 2000) s.72

[23] Kemal H. Karpat, Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, (İstanbul:İmge Kitabevi, 2004), s.42





Büyük güçlerin aralarındaki rekabet ve çıkar çatışmaları, bölgeye yönelik politikaları ve müdahaleleri Balkanlar’daki son bir buçuk asırda yaşanan istikrarsızlığı daha da artıran bir rol oynamıştır. Çünkü:

İlk olarak, Balkan ulus-devletlerinin kuruluşunda kendi milli mücadelelerinden ziyade büyük devletlerin politikaları etkili olduğu için sınırların belirlenmesinde de nüfusa dayalı, etnik ya da dini gerçekliklerin temel alınmasından daha çok, büyük devletlerin kendi aralarındaki güçler dengesini sağlamaya yönelik çabaları etkili olmuştur. Bu durum da büyük güçlerin aralarındaki etkileşime ve çıkar ilişkilerine bağlı olarak toprakların el değiştirmesine, her el değiştirme de yeni problemlere yol açmıştır. Artık yeni devletler ulus-devlet olduğundan sahip oldukları topraklarda hemen asimilasyon politikaları başlatmış, azınlık unsurları mübadele ve göçe zorlama gibi yöntemlerle azaltmaya çalışmıştır.

Kuruluşundan bugünkü halini alana kadar Bulgaristan’ın yaşadığı süreç bu durumun en ilginç örneklerinden biridir. Balkanlar’da kendi hakimiyeti altında büyük bir güç oluşturmak isteyen Rusya 93 Harbi sonrasında Yeşilköy Antlaşması ile sınırları bugünkünün iki katına yakın bir alanı kaplayan, tabiri caizse devasa bir Bulgar prensliğinin kurulmasına Osmanlı Devleti’ni mecbur etmişti. Daha sonra bu durumun Balkanlar’daki güçler dengesini ciddi bir şekilde bozacağını fark eden diğer büyük devletler acilen müdahale edip Berlin Antlaşması ile ilk halinin yarısı kadar bir alanda, Ege Denizi’ne çıkışı olmayacak şekilde Osmanlı hakimiyetinde iki ayrı özerk bölgenin oluşturulmasını Rusya’ya kabul ettirdiler. Daha sonra bu iki prenslik birleşti. Bulgaristan’ın büyümesinde genelde Rusya destekçiyken, bu durum özellikle İngilizleri rahatsız ediyordu. Daha sonra Bulgaristan, hepsinde de büyük devletlerin önemli etkisinin olduğu savaşlardan Birinci Balkan Savaşı’nda tekrar büyürken, kaybettiği İkinci Balkan Savaşı, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile tekrar küçüldü. Bu toprak kazancı ve kayıplarının her birini de nüfus transferleri takip etti.

İkinci olarak, bu yeni kurulan devletler iç işlerinde dahi uzun dönem ciddi manada büyük güçlerin tesiri altında kalmışlardır. Bu durum da bu devletlerin iç siyasetlerinin dahi büyük güçler arasındaki çekişmelere sahne olmasına sebep olmuş, ülkelerin kendi yapılarına uygun bir siyaset güdebilmelerini büyük oranda engellemiştir. Büyük devletlerin Balkan devletlerinin iç işlerinde oynamış oldukları rolün bu konuda en ilginç örneği bağımsızlığını kazanmasından 1923’e kadar olan neredeyse yüzyıllık dönemdeki Yunanistan’ın durumudur. Bu dönemde Yunanistan garantörlüklerini sürdüren İngiltere, Fransa ve Rusya’nın himayesi altındaydı. Bağımsızlığını kazandıktan sonra uzun bir çabaların neticesinde Bavyeralı kral Birinci Otto, Yunanistan’ı yönetmeye razı olmuştu. 1864’ten 1923’e kadar yaklaşık altmış yıl ise ülkeyi Danimarkalı krallar yönettiler. Bu dönemdeki partiler ise İngiliz, Fransız ve Rus partileriydi. Başlangıçta bir dönem Yunanistan’ın ordusu bile paralı yabancı askerlerden oluşuyordu. Ülkenin yönetimi bu dönem boyunca bu devletler arasındaki ilişkilerden ciddi oranda etkilendi.

III. Osmanlı içselleştiriciliğinden Batı dışlayıcılığına geçiş ve Balkanlar

Gerek ulus-devletlerin oluşum süreçlerini incelemek gerekse büyük devletlerin bu süreçte oynadığı rolü tespit etmek Balkanlar’daki sorunların kökenlerini anlamamız açısından önemli bir çerçeve sağlamıştır. Ancak bu bakış, daha çok kısa vadedeki değişimlere yoğunlaşmakta, insanlık tarihinin akışındaki değişim ve sürekliliği çok fazla dikkate almamakta, bunun neticesinde de açıklanması pek mümkün olmayan alanlar bırakmaktadır. Ulus-devletlerin kendi hakimiyetleri altındaki Müslüman olsun, Hristiyan olsun bütün yabancı unsurları eşit bir şekilde dışladığını farz etsek, yahut farklı davransalar da bunları da ulus inşası çerçevesinde izah etsek bile, bu yaklaşımla Batılı devletlerin Müslüman halklara karşı sergiledikleri yaklaşımı anlayamayız.

Mesela Bosna bunalımı ile iyice aşikar hale gelen Müslümanlara karşı büyük devletlerin çifte standartlı tutumunu ne ulus-devlet çerçevesinde, hatta ne de büyük devletlerin menfaatleri çerçevesinde izah edebilmek mümkündür. Sırpların saldırılarını ulus-devlet yaklaşımıyla açıklamak kısmen mümkün olsa da, Batılı devletlerin Bosna’da yaşananlara karşı tavrını anlamak için daha geniş bir perspektife ihtiyacımız var.

Onun için bu kısımda, medeniyetlerin özelliklerini ele alan daha geniş ve derinlikli bir bakış açısıyla Balkanlar’daki sorunların kökenlerini araştıracağız. Bu amaca uygun bir nitelik arz etmesi ve meselenin daha net bir şekilde anlaşılması açısından iyi bir çerçeve sağlaması sebebiyle çalışmanın bu kısımda Ahmet Davutoğlu’nun medeniyetlerin ben-idraklerine dair yaptığı mukayeseli tahlili hareket noktası olarak kullanacağız. [24]

Bu tahlilde yapılan sınıflandırmaya göre Osmanlı Devleti’nin de bir temsilcisi olduğu İslam medeniyeti güçlü ve esnek bir ben idrakine sahiptir. Batı medeniyeti ise yine güçlü fakat sert bir ben-idrakinin özelliklerini taşımaktadır. Burada güçlü olma vasfı ile iyi tanımlanmış, felsefi ve metafizik açıdan köklü bir temel üzerine oturmuş olma ile kapsamlı ve tutarlı bir dünya görüşüne dayanma kastedilirken, sert olmayla dışlayıcı ve nüfuz edilemez olma, esnek olmayla ise içselleştirici ve nüfuz edilebilir olma ifade edilmiştir.

Bu çerçevede güçlü ve esnek olarak nitelenen İslam medeniyetinin bir mensubu olan Osmanlı, gerek Yahudi, gerekse Ortodoks, Katolik yahut Protestan bir Hristiyan olan pek çok farklı unsuru bir arada tutmayı ve bunların hepsini kendi bünyesinin asli unsuru yapıp özgün bir kimlik oluşturabilmeyi başarmıştır. Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin, Arapların ve diğer birçok halkın Osmanlı toplumundaki konumu bu vasfın bir göstergesidir.

Batı medeniyeti ise yine İslam medeniyeti gibi güçlüdür, ancak ayırıcı vasfı sert olmasıdır. Davutoğlu’na göre işte bu vasfı sebebiyle, 12. ve 15. yüzyıllar arası oluşumunu tamamlayan Batı medeniyeti, ardından büyük kolonyal yapılar kurmuştur. Bu süreçte hiçbir zaman özümseyici bir tavır sergilememiş, ya toptan yok edici yahut da ayrı durarak dışlayıcı bir yapı göstermiştir. Gerek Endülüs, gerekse Amerika ve Avustralya yerlileri yok edilmenin, apartheid rejimleri ise yok edilmesi mümkün olmayan unsurları dışlamanın başlıca misalleridir.

Bu temel hareket noktasını böylece belirttikten sonra bu kısımda inceleyeceğimiz husus Batı medeniyetin bu vasıflarının Balkanlar’daki sorunlarda ne gibi bir payı olduğunun tespitidir. Bu çerçevede karşılaşılan durum, asırlardır bölgede yaşayan Müslümanların kendilerine hayat alanı tanınmaması gereken yabancı unsurlar olarak görülmeye başlanması, bu doğrultuda girişilen hareketlerin gizli veya açık olarak desteklenmesi, Osmanlı eserlerinin tahribatına göz yumulması, ancak Müslümanlar tarafından verilecek en ufak bir tepkinin bile Batılı devletler nezdinde büyük reaksiyon doğurması olmuştur. Batı medeniyetinin dışlayıcı niteliğinin yol açtığı bu tasfiye sürecinin bir, bir buçuk asırdır sürüyor olmasına rağmen Balkanlar’da Osmanlı bakiyesi eser ve unsurların çok köklü ve güçlü olması sebebiyle bugün hala bu durumun etkileri sürmektedir.

Batı medeniyetinin dışlayıcılığın somut ilk işaretleri Balkan devletlerine bağımsızlıklarının verildiği antlaşmalarda aynı zamanda o topraklarda yaşamakta olan Müslümanların mallarını satıp terk etmelerine dair konulan hükümdür. Gerek Yunanistan’ın, gerek Sırbistan’ın gerekse Romanya’nın bağımsızlık elde ettikleri antlaşmalarda belli şartlardakiler hariç diğer Müslümanların tayin edilen bir sürede yeni kurulan ülke sınırlarını terk etmeleri istenmiştir.

Halbuki Osmanlı gayrimüslimleri, Osmanlı’nın içselleştirici vasfı sebebiyle kendilerini hiçbir zaman yabancı bir unsurmuş gibi hissetmemişlerdir. Onlar, Osmanlı Rum’u Ermeni’si ya da Yahudi’sidir. Ancak Balkanlar’da daha önce geniş nüfuza sahip olmuş olan Müslüman topluluklar, Osmanlı hakimiyetinin sona ermesinin ardından, bir anda kendilerini edilgen oldukları ve adeta yabancılarmış muamelesi gördükleri bir ortamda ve yeni ulus-devletlerin istenmeyen vatandaşları durumunda bulmuşlardır. Osmanlı bakiyesi eserler de bu dışlayıcılıktan nasibini almıştır. Osmanlı kültür ve medeniyeti, dolayısıyla Balkanlar’daki Osmanlı mirası feci şekilde tahribata uğramıştır.

Müslüman halkların talepleri söz konusu olduğunda, Batılı devletler çoğu zaman duymazdan, görmezden gelmiş, yaşanan katliam vb. durumlara karşı ya sessiz kalmış, ya da çok yetersiz ve gecikmiş tepkilerle tahribat gerçekleştikten sonra ve durumu hakkaniyete uygun bir sistemle çözmeye yanaşmayan bir tavırla meseleleri ele almışlardır. Yakın örnekler olarak gerek Bulgaristan’da 1985-89 arası dönemde, gerekse Bosna bunalımında Batılı devletlerin sergilemiş olduğu tavır bu durumu açıkça göz önüne sermektedir.

Batı medeniyetinin sert ben-idraki en belirgin olarak Batılı devletlerin Müslümanlar ile Hristiyanlara yönelik tutumlarında açık bir şekilde tezahür eden çifte standartlı yaklaşımlarında görülmektedir. Osmanlı Devleti’nin tabi hakkı olarak çıkan isyanları ve karışıklıkları bastırmak amacıyla düzenlediği askeri harekatlara karşı çok sert bir tutum takınır ve devamlı gündeme getirirken, isyankarların binlerce Müslümanı katletmesini, mallarına el koymasını görmezden gelmişlerdir.

Jelavich’in de belirttiği gibi büyük güçler tarafından yapılan “müdahaleler her zaman Hristiyanların yararına oluyordu. Hiçbir yabancı devlet Osmanlı idaresindeki benzer kötü koşullarla ilgili ya da Hristiyan idaresindeki baskılardan zarar gören Müslümanlar adına konuşmuyordu. Babıali’nin bu durum için yapabileceği çok az şey vardı. Yabancı müdahaleyi engelleyecek ve kendi evinde düzeni sağlayacak askeri güçten mahrumdu.” “Bu yüklerden başka Osmanlı hükümeti, kaybedilen topraklardaki Müslüman nüfusun trajik kaderlerinden ortaya çıkan maliyetleri de karşılamak zorundaydı. Bu topraklardaki Rus işgali yüz binlerce Müslümanın göç etmesine yol açan koşulları ortaya çıkarmıştı.1854 ve 1876 yılları arasında 1,400,000 Tatar’ın Kırım’dan göç ettiği tahmin edilmektedir. Rusya 1863 ila 1866 yılları arasında uyguladığı yeni iskan politikalarıyla yaklaşık 600,000 Çerkez’in Osmanlı İmparatorluğu’na göç etmesine sebep olmuştu. Babıali bu büyük hareketlilikle baş etmeye hazırlıklı değildi; bu nedenle çok sayıda yaşam kaybı olmaktaydı. Kayıplara rağmen Osmanlı toplumundaki Müslüman erkek nüfusun artması, bu insanların yerleştirilmesi sorununu çok zorlaştırıyordu. Balkan halklarının kaderine karşı çok duyarlı olduklarını iddia eden büyük güçler burada yardım etme gerekliliği hissetmemekteydi.”

Giriş bölümünde Endülüs’ün İber Yarımadası’ndan tasfiyesi ile Osmanlı’nın Balkanlar’dan tasfiyesi arasında benzerlik kuran bir ifadede bulunmuştuk. Halbuki Endülüs’ün tasfiyesi 15. yüzyılda gerçekleşmişti.. Osmanlı ise 19.yy sonu ile 20.yy başı gibi çok daha sonraki bir dönemde ve milliyetçilik ve ulus-devlet sistemi gibi çok daha farklı sebeplerle Balkanlar’daki hakimiyetini kaybetmişti. Ancak bizim bu kısımda ifade etmek istediğimiz de tam bu noktadır. Aradan geçen asırlarda engizisyon mahkemeleri kaldırılsa da “İnsan Hakları Beyannamesi” ilan edilse de kullanılan araçlar değişmiş, ama dışlayıcı ve yok edici zihniyet farklı şekillerde de olsa etkisini sürdürmeye devam etmiştir. Avrupa’nın farklı dinden olanlara (özellikle de Müslümanlara) karşı hoşgörüsüzlüğü 500 yıl önce Yahudi ve Müslümanların İber Yarımadası’ndan tasfiyesini getirirken, 20.yy’da da Avrupa’ya yayılmış durumdaki Yahudilerin ve Balkanlar’daki Müslümanların feci şekilde tasfiyesini getirmiştir. Osmanlı Devleti’nin zayıflayan konumundan yararlanan büyük devletler, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinde milliyetçiliği güçlü bir araç olarak kullanmışlardır. İsyanların başlamasında, yayılmasında ve başarıya ulaşmasında gizli veya açıktan büyük destek vermiş, her yenilgi veya benzer bir durumda antlaşma için masaya oturduklarında Osmanlı Devleti’nin “gayrimüslim” unsurları için kendi çıkarları doğrultusunda etnik temelli haklar talep etmişlerdir. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi, benzer şekilde Müslüman halkların talepleri söz konusu olduğunda, çoğu zaman duymazdan, görmezden gelmiş, yaşanan katliam vb. durumlara karşı ya sessiz kalmış, ya da çok yetersiz ve gecikmiş tepkilerle tahribat gerçekleştikten sonra ve durumu hakkaniyete uygun bir sistemle çözmeye yanaşmayan bir tavırla meseleleri ele almışlardır. Böyle bir yaklaşım da sorunları daha baştan çözülemez kılmaktadır.


* Üç temel sebebin göstergesi olarak “coğrafi isimlendirme”

“Balkanlar” tabirinin ortaya çıkış süreci ve bu dönemde bu yarımadaya dair isimlendirme arayışları, çalışmamızın başında da belirttiğimiz gibi, Balkanlar’ın sorunların kökenlerinin anlaşılmasında orijinal bir gösterge niteliği sergilemektedir.

İsimlendirme arayışında en kritik muharrik olması açısında son temel sebepten başlayacak olursak, bu coğrafyanın isimlendirilmesi için “Balkanlar” tabirinin ortaya çıkışı, Batı medeniyetinin dışlayıcı ve tasfiye edici vasfını göstermesi bakımından önemlidir. Osmanlılar Rumları ve Roma’yı yani Bizans’ı hatırlatan “Rumeli” tabirini kullanmaktan çekinmezken, hatta özümseyip “Rumeli-i Şahane” ifadesiyle sembolleşecek şekilde kendisine mal ederken, Batılılar daha Osmanlı Devleti’nin Balkanların önemli bir bölümünde hakimiyetinin sürdüğü bir dönemde bile dışlayıcı bir şekilde Türklük, İslamiyet ve dolayısıyla Osmanlı ile özdeşleşen her şeyi silme arayışına girmişlerdi. Sonuçta ilk bölümde de bahsettiğimiz gibi birçok farklı denemeden sonra “Balkanlar” tabiri yaygınlık kazanan oldu. Balkan kelimesinin Türkçe kökenli oluşu da rahatsızlık sebebiydi ama üretilen diğer tabirler çalışmamızın çerçevesini oluşturan diğer temel sebeplerin etkisiyle yaygınlık kazanamamıştı.,

Bu üretilen tabirlerden “Güneydoğu Avrupa” tabirinin tutmamasını büyük devletlerin arasındaki güç mücadelesinin ve rekabetinin etkisi olarak okuyabiliriz. Neticede doğrudan Almanlarla özdeşleşmiş olan bir ifadenin kullanılması elbette diğer büyük güçler tarafından hoş karşılanmamıştır.

Son olarak “Yunan Yarımadası” yahut “Güney Slav Yarımadası” gibi tabirlerin tutmamasında da ulus-devletler için böyle bir durumun kabul edilemezliğinin etkili olmuş olabileceğini söyleyebiliriz. Birçok ulus-devletin bulunduğu bir coğrafyanın bunlardan tek birine atıfla isimlendirilmiş olması, elbette ki herhangi bir ulus-devlet için kabul edilebilir bir durum olmayacaktır.

Sonuç

Balkanlar’da son yüz, yüz elli yılda yaşanan sorunların kökenlerini tespit edip incelemeyi hedeflediğimiz bu çalışmada, mevzuyu, Osmanlı düzeninin zayıflayıp yerini ulus-devletlere devretmesi, büyük devletlerin aralarındaki rekabetin Balkanlar’daki yansımaları ve esnek ve içselleştirici Osmanlı düzeninden sert ve dışlayıcı Batı düzenine geçiş süreci çerçevesinde inceledik.

Zaman sınırlaması olarak son yüz, yüz elli yılın belirtilmiş olması, istikrar, düzen ve uyum içinde bir arada yaşamadan, derin bir istikrarsızlığa, kargaşaya ve birbirleriyle devamlı çatışan, bölünmüş küçük yapılara geçişi temsil etmektedir. Kısacası burada ayırıcı olan “Rumeli-i Şahane”nin “Balkanlaşma”sı sürecidir, ve bu çalışmada bu “Balkanlaşma”nın sebepleri araştırılmıştır.

Bu çerçevede ulus-devlet sistemine geçiş değişimi, büyük devletlerin etkisi konjonktürü, Batı medeniyetinin dışlayıcılığı ise sürekliliği temsil etmektedir. Çalışmanın bir bütünlük arz etmesi için bu üç unsurun da ele alınması elzem görülmüştür.

Burada hedef olarak son yüz, yüz elli yıl bütün olarak belirtilmişse de, dikkat edildiyse çalışmada ağırlıklı vurgu ilk zamandaki dönüşüm üzerindedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme büyük oranda değinilmemiştir. Bunun nedeni mevzubahis üç temel sebep de tesirini sürdürmekle birlikte bu dönemin kendine has başka özelliklerinin olmasıdır. Bahsettiğimiz temel sebepler çerçevesinde ortaya çıkan sorunlar en şiddetli olarak ilk dönemde yaşandığından o döneme yapılan vurgu fazladır. Ancak bazı şeyler bu geçen süre içerisinde değişse de üç temel sebebimizin etkisinin büyük oranda bugün de devam ediyor oluşu bu dönemi bir bütün olarak almamızı gerektirmiştir.

Mekan bütünlüğü sağlanması ve konunun dağılmaması amacıyla coğrafya olarak genel anlamda Osmanlı Avrupa’sı kastedilmiştir. Uzunca bir süre bölgenin tamamına yakınının Osmanlı hakimiyeti altında kalmış olması böyle bir yaklaşımı mümkün kılmıştır.

Balkan ülkelerine dair ifade edilen şeylerin çoğu esasen bir anlamda Türkiye için de geçerlidir. Ancak Türkiye’nin Balkan devletlerinden farklılaşan konumu böyle bir çalışmada Türkiye’nin dahil edilmesine imkan vermemektedir.

Son olarak Balkanlar’ın geleceğine ilişkin kısa ve bu üç sebep çerçevesinde çok genel bir değerlendirmede bulunacak olursak, ilk olarak, ulus-devletlerin çeşitli sebeplerle zayıflıyor oluşu buradan kaynaklanan problemlerde de bir azalmaya, yahut nitelik değiştirmesine sebep olabilir. İkinci olarak, büyük devletler ile ilgili durum genel anlamda gelecekte büyük güçlerin kimler olacağına ve bunların arasındaki güç dengelerine bağlı olacaktır. Son olarak, Batı medeniyetinin gücünde ve sertliğinde meydana gelebilecek değişimlerin sadece Balkanlar için değil, bütün dünya ülkeleri için kritik bir ehemmiyeti olacağını söyleyebiliriz.

_________________

[24] Ahmet Davutoğlu, “Medeniyetlerin Ben-İdraki”, (İstanbul:Divan İlmi Araştırmalar, 1997/1)

Bibliyografya

Anderson, Benedict. Hayali Cemaatler. İstanbul: Metis Yayınları, 2004

Barbara Jelavich, Balkan Tarihi, cilt 1 ve 2. İstanbul: Küre Yayınları, 2006

Brown, L. Carl. İmparatorluk mirası : Balkanlar'da ve Ortadoğu'da Osmanlı Damgası. İstanbul: İletişim, 2000.

Davutoğlu, Ahmet. , “Medeniyetlerin Ben-İdraki”. İstanbul:Divan İlmi Araştırmalar, 1997/1

Davutoğlu, Ahmet. “Tarih İdraki Oluşumunda Metodolojinin Rolü: Medeniyetler Arası Etkileşim Açısından Dünya Tarihi ve Osmanlı”. İstanbul:Divan İlmi Araştırmalar, 1999/2

Gellner, Ernest. Nations and Nationalism. London: 1983

Hobsbawm, Eric. Geleneğin İcadı. İstanbul: Agora Kitaplığı, 2006

Karpat, Kemal H. Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk. İstanbul:İmge Kitabevi, 2004

Karpat, Kemal H. Osmanlı Nüfusu (1830-1914), Demografik ve Sosyal Özellikleri. İstanbul: Tarih Vakfı, 2003

Poulton, Hugh. Who Are The Macedonians?. Hong Kong: Indiana University Pres, 2000

Poulton, Hugh. Balkanlar – Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler. İstanbul:Sarmal Yayınevi, 1993

Saybaşlı, Kemali, Özcan, Gencer. Yeni Balkanlar, Eski Sorunlar. İstanbul:Bağlam Yayıncılık, 1997

Todorova, Maria. Balkanları Tahayyül Etmek. İstanbul: İletişim, 2003.






Edirne Vilayeti





Selanik Vilayeti





Manastır Vilayeti





Kosova Vilayeti






İşkodra Vilayeti





Yanya Vilayeti






Girit Vilayeti






Bosna ve Hersek Vilayeti





Rumeli-i Şarkı Vilayeti





Bulgaristan Eyaleti





Kaynak : 1323 hicri / 1907 miladi tarihli "Memalik-i Mahruse-i Şahaneye Mahsus Mükemmel Atlas"





7/11/2007

Blog Listem